27 Temmuz 2013 Cumartesi

Röportaj: Erkut Taçkın Tekrar Sahnelerde (Kalkanhaber, Eyüp Tatlıpınar, 18.09.2010)


Erkut Taçkın Tekrar Sahnelerde

Kalkan'da 80'li yıllarda turizmin ilk öncülüğünü yapan ünlü sanatçı Erkut Taçkın, Özel bir proje için tekrar sahne alıyor.



Rock'n roll'u Türkiye'ye getiren müzisyen sahnede

Türkiye'ye rock'n roll'u 1954'te getiren Genç Denizciler grubunun vokalisti Erkut Taçkın, bu akşam garajistanbul'da sahne alıyor. Kendisi askeri lisede rock'n roll ile tanışmış, kız kolejlerinde konserler vermek için 'hapis yatmayı', evlenmek için Almanya'da işçi olarak çalışmayı göze almış bir isim...
Üç gündür 1960-70'li yılların pop ve rock müziğini günümüz gençleriyle buluşturmak ve tanıtmak için Red Bull Music Academy sponsorluğunda, 'Ustalara Saygı: Ana Pop' adı altında çeşitli atölyeler düzenleniyordu. Etkinliklerin bu gece gerçekleşecek finaliyse, hem o eski zamanların hem de günümüz müzisyenlerinin bir araya geleceği, kaçırılmayacak bir müzik ziyafeti sunuyor. Saat 20:00'den itibaren garajistanbul'da Erol Büyükburç, Gökçen Kaynatan ve Orkestrası, Moğollar, Kurtalan Ekspres, Derdiyoklar, Replikas, Ayyuka, Nekropsi gibi gruplar ve müzisyenler sahne alacak. Özellikle Almanya'da müzik yapan Derdiyoklar'ın pek çılgın performansını kaçırmamanızı (fikir edinmek için youtube'dan videolarını izleyebilirsiniz) önerip dikkatinizi bir başka efsaneye çekelim; bu akşam Gökçen Kaynatan ve Orkestrası'nda vokalist olarak sahne alacak Erkut Taçkın'a... Kendisi 1955'te henüz 14 yaşına basmışken, rock'n roll'u Türkiye'ye ilk kez getiren Genç Denizciler grubunun vokalistliğini yaparak müzik dünyasına adımını atmış ve bugün hala özel konserlerde sahne alıyor. Konser öncesinde kendisinden o maceralı yıllarını dinledik. 

- Türkiye'nin ilk rock'n roll grubu diyebiliriz sanırım Genç Denizciler'e, nasıl kurdunuz? Bizden önce de Batı müziği yapan Nevzat Yalaz, Faruk Akel, Ümit Aksu gibi abilerimiz vardı ama onların alanı caz müziğiydi. Rock'n roll yapan yoktu, arada bir TRT radyosundan dinlerdik ama en büyük avantajımız Deniz Lisesi'nde okumamızdı. Mesela gemiler Amerika'ya gittiğinde personele plak siparişi verirdik, getirirlerdi. Bill Haley'ler, Elvis Presley'ler falan... Bir gün lisede Durul Gence'nin öncülüğündeki arkadaşlar rock'n roll grubu kurmaya karar vermişlerdi, beni de davet ettiler. Bazen şarkılar mırıldanırdım ve sesimin güzel olduğunu düşünürlerdi. Önce elime trompeti verdiler ama sonra vokale başladım, öyle gitti. 

- Babanız da askerdi, müzisyenliği nasıl karşıladı? Amiraldi, yaklaşık 20 yıl Gölcük'teki denizaltılarda çalışmış. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce, Türkiye'nin sipariş ettiği denizaltıları almak için Almanya'ya gitmiş. Fakat savaş patladığı için Almanya denizaltıları satmaktan vazgeçince onlar da iki denizaltıyı kaçırarak İstanbul'a getirmiş. Bizim ailede disiplin içinde yetiştim ama babam sanatsever biri olduğu için engel olmaktan çok teşvik etti beni bu işe. Zaten askeri okulda okumamı pek istemiyordu. Mesela üniversiteyi Amerika'daki bir okulda okumamı isterdi. O nedenle gizlice kayıt oldum sınavlara. Denizciliğe aşıktım. 
KIZ KOLEJİNDE KONSER VERMEK İÇİN HAPSİ GÖZE ALAN GRUP
- Askeri lisede, disiplin altında müzik grubu kurmak kolay olmasa gerek... 
Aslında çok şey öğrendim o lisede. Okuldan subay olarak çıktığımızda, danslı toplantılarda deniz kuvvetlerini iyi temsil edelim diye haftada iki kez müzik dersleri verilirdi. Rock'n roll grubumuza da büyük zorluk çıkarılmazdı, boş zamanlarımızda yine askeri bir disiplinle rock'n roll çalışırdık. Ama izinsiz konserler nedeniyle bazen hapishaneye düştüğümüz olurdu. Sonra grubumuzun adını değiştirmek zorunda kaldık, Somer Soyata Orkestrası yaptık. 
- Hapishane? Amerikan, Üsküdar gibi kız kolejlerinde konserler vermenin peşinde koşardık. Bazen izin alamazdık üstlerimizden ve gizlice verirdik. Döndüğümüzde disiplin cezamızı çekmek için 4-5 kişilik bir odada kurulan hapishaneye girerdik, bir hafta boyunca. Öyle bir sistem vardı o zamanlar. Yine de iyi bir öğrenciydim, liseden sonra Harp Okulu'na gittiğimde ilk 15 kişi arasındaydım. Ama birinci yıl matematikten çakınca Harp Okulu'nu bıraktım. Müziğe daha fazla zaman ayırmak istiyordum. 
- Hangi şarkıları seslendiriyordunuz? Rock'n roll'un o sıralarda Amerika'daki popüler parçalarını seslendiriyorduk. Plaktan dinleyip sözlerini çıkarıyorduk ama kolay olmuyordu. Okulda Amerikalı askerler vardı eğitim vermek için. Onlara düzelttiriyorduk çoğunlukla. Türkçe rock'n roll çok daha sonraları geldi. 

- Grubunuz o yıllarda 'genç kızların sevgilisi' olarak tanınıyormuş, kişi olarak bu sıfatta payınız var mıydı? Fiziğim fena sayılmazdı. Doğrusunu söylemek gerekirse o günlerde de, sonraki yıllarda da epey sevgilim oldu. Ama lise sıralarında flört bugünkünden farklıydı biraz. Çay dediğimiz danslı toplantılar oluyordu mesela, orada hoşlandığın biriyle el ele tutuşup dans ediyordun, ertesi gün okula gelip sonraki iznine kadar kafanda bir sürü şey kurup bulutların üstünde yaşıyordun. 

- Sonra Almanya'ya işçi olarak gitmişsiniz... Evet, bir kız arkadaşım vardı nişanlandık ama babam evliliğe izin vermiyordu. Herhangi bir mesleğim, işim olmadığı için. Biz de onunla gözümüzü karartıp Almanya'ya gittik 1962'de. Ford fabrikasında sekiz ay çalıştım Münih'te. Sonra bir müzik grubuna katıldım. Oranın gece hayatında da tanınan bir grup olduk. Çok kavga çıkardı, ünlü biriydim ama ismim kavgacıya çıkmıştı neredeyse. Çalıştığım kulübün fedaisi gibi görüyorlardı. Sonra Durul Gence'nin yolu da oraya düştü. Birlikte biraz çaldıktan sonra İstanbul'a döndük. Biz Almanya'dayken buradaki gazetelerde bazı haberlerimiz çıkmıştı. O nedenle epey sükse yapmıştık. Her müzisyenin çıkmak istediği Sıraselviler'deki Kulüp 12'de sahne almaya başladık. 
- 1970'lerin sonuna doğru sahneleri bıraktınız... 
Kaset dönemi başlamıştı, müziğe ulaşmak da, müzik yapmak da ucuzlamıştı. Ben müziği türlerine göre sınıflandırmam aslında, arabeskin de, halk müziğinin de, rock'ın da iyisi ve kötüsü vardır ama kalite düşmeye başlamıştı o sıralarda. Öyle bir ortam içinde yer almak istemeyince sahneleri bırakıp Antalya Kalkan'da otelciliğe başladım. Bir iki pansiyon vardı o civarda, arabayla geçerken çok hoşuma gitti, bütün paramla önce arsa alıp sonra oradaki bir binayı otele çevirdim. İngiliz turistler geliyordu daha çok. Orada turizmi başlatan ilk kişilerden biriyim.

Gazete: Batman'ın 'altın' orkestrası (Müjgan Halis, Sabah Gazetesi Cumartesi Eki, 13.02.2009)

Batman'ın 'altın' orkestrası

Filmin yönetmeni Metin Avdaç ve grubun solisti 70'lik delikanlı İlhan Telli'yle o günlerin müziğini ve Batman'ı konuştuk..
Batman; son yıllarda kamuoyunun Hizbullah'la, kadın intiharlarıyla, faili meçhullerle tanıdığı bir kent. Ancak bu tarif 2000'lerin Batmanı'nı anlatıyor. 60'lı yıllarda Batman bambaşka bir yerdi.
Doğu Ekspresi'ni taşıyan demiryolunun ikiye ayırdığı kent, petrolün bulunmasıyla İluh adlı bir köyden Batman adlı bir kente dönüşmenin sancılarını yaşıyordu.
Rayların bir tarafı ilkel bir kasaba panoraması çizerken, diğer tarafında ise TürkiyePetrolleri Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) çalışanları için yarattığı bir cennet vardı: Site.
Üç katlı işçi apartmanları ile tek katlı mühendis villalarından oluşan sitede ne yoktu ki? Şehrin İluh tarafında insanlar radyoyu şaşkınlıkla karşılarken, hastaneler, okullar, sinema salonları ve yüzme havuzları bütün konforuyla Sitelilelere hizmet verirdi. O dönem sadece TPAO çalışanlarına açık olan sitenin havuzu yazın ışıklandırılır ve bir dans salonuna dönüştürülürdü.
Dans müziklerini ise sonraları bir efsaneye dönüşecek bir orkestra çalardı: TPAO Batman Orkestrası. Çalınan caz müziğiyle havuz kenarında salınarak dans edenler, o yıllarda yeni yeni kulağa çalınan Anadolu popun 'çılgın' ezgileri eşliğinde kendilerinden geçerdi. Batman'ın bir kısmı yoksulluktan kırılsa da, kapağı TPAO'ya atan Batmanlılar da bu eğlencelerden ve konfordan nasibini alırdı.

KÖY DÜĞÜNLERİNE BİLE KATILDILAR 

Şimdilerde Batman'da genç kadınları havuz kenarında mini etekleriyle çılgınca dans ederken hayal etmek neredeyse imkânsız ama, sonraları bir efsaneye dönüşecek olan orkestra, bununla yetinmez halk konserleri verir, düğünlere bile giderdi. Peki kimdi bu adamlar, niye Türkiye'nin daha 'müsait' yerleri varken, Batman'da bir araya gelmişlerdi? Grubun kurucusu Ahmet Akman'dı, Türkiye'nin dört bir yanından müzisyenleri bir araya getirmiş ve petrolle yeniden keşfedilen kentte çalışmaya giden mühendislerin ve diğer çalışanların sosyal hayatlarına renk katmak için bir grup kurmaya karar vermişti.
İlk dönemlerinde caz parçaları, yemek müziği ve dans parçaları çaldılar ama kısa bir süre Batman ve çevresine öyle çok hayran oldular ki, köy düğünlerine bile katıldılar.
Akman bir süre sonra ayrıldı ama Türk hafif müzik hayatında bir efsane olacak grubun da nüvelerini atmış oldu: Klavye ve vokalde İlhan Telli, bateride Semih Özmert, gitarda Ünal Üstol, basgitarda Çetin Oral, tenor saksafonda Ünal Yiğitbaş ve gitarda Atilla Akman'ın oluşturduğu Batman Orkestrası; TPAO'nun o günlerde sanata yaptığı yatırımın sonucuydu. Tek işleri müzik olan bu adamlar TPAO görevlendirmesiyle kurumun şubelerinin olduğu her yerde konserler vermeye başladılar.

TÜRKÜLERİN CAZ YORUMU 
TPAO Batman Orkestrası, 1960'ların sonlarına doğru, o sırada ortaya çıkan Anadolu pop akımının etkisiyle, türkülerin caz yorumunu yapmaya ve çalmaya başladı. Aynı yıllarda düzenlenen Altın Mikrofon yarışmalarına da katıldı. 1966'daki yarışmaya Fırat Kenarında Yüzer Kayıklar/Kaleden Top Atarlar şarkıları ile katıldılar. Sonraki yıllarda rock'n roll melodileri, çalışmalarında daha baskın olmaya başladı. 1967'de Altın Mikrofona Ay Beyaz Deniz Mavi/Kara Toprak şarkıları ile katıldılar ve dördüncü oldular. 1968'de ise Meşelidir Enginde Dağlar/Aç Aç Kollarını ile güçlü rakipleri Erkin Koray, Moğollar, Cem Karaca'yı bile geride bırakarak birinci oldular. 1960'lı yıllardaki değişimleri, yaratılan özgürlük ortamının sanata yansımasını ve Batman'dan bile böyle bir gurubun çıkması ise yıllar sonra bir belgesel filme konu oldu.
Çocukluğu TPAO Batman Orkestrası'nın müzikleriyle geçen bir fotoğraf sanatçısı, Metin Avdaç; grubun öyküsünü anlattığı filmine Kara Altından Altın Mikrofona adını vermiş. Metin Avdaç'la ve orkestranın solisti İlhan Telli (72) ile buluştuk ve o dönemin Batman'ını, müziğini ve aslında devletin sanata yaklaşımını onlardan dinledik...

OKULDAN KAÇIP SİNEMAYA 

Metin Avdaç Batman doğumlu, babası da TPAO da işçi olan bir fotoğraf sanatçısı ve belgesel film yönetmeni. Ailece gittikleri localı yazlık Saray Sineması'nda başlayan sinema tutkusunu, özellikle kente Yılmaz Güney filmleri geldiğinde okuldan kaçışını gülümseyerek anlatıyor: "Bir çam ağacı belirlemiştim, onun altına çantamı ve siyah önlüğümü gömüp Raman sinemasına giderdim. O zamanın teknik koşulları bugünkü gibi değildi, filmler sık sık kopar, yanardı. Makinistin sokağa atttığı filmleri toplar, lokum kutusundan projeksiyon makinası yapar, arkadaşlarıma gösterim yapardım." O yıllarda bir yakının aldığı Leika makinayla fotoğraf çekmeye başlamış, ama asıl düşü sinema olmayı hep sürdürmüş. Sonrası ekmek kavgası. Bir devlet kuruluşunda yıllarca elektrikçi olarak geçen yıllar ve 1985'e kadar ertelenen hayaller. 1985'te alınan Compact fotoğraf makinasıyla yeniden amatörce fotoğraf çekmeye başlamış ve bu amatörlük 1996'daki Canon A1'e kadar sürmüş. O yıllarda görevi nedeniyle Çorlu'da olsa da, fotoğraf dünyasından uzak kalmamak için sürdürdüğü arayışlar onu İFSAK'ın kapısına götürmüş. Çektiği belgesel fotoğraşar hayalindeki sinemaya yaklaştırmış Metin Avdaç'ı ve 2006'da ilk filmi Torakçılar'ı çekmiş.
Odun veya kiremitin kümbet haline getirilerek yakılmasıyla oluşan odun kömürü olan 'torak' işini yapanları konu ettiği ilk belgeselinden sonra, bir gün Batman'ın yerel gazetelerini okurken gördüğü bir haber onu çocukluğuyla ve TPAO Batman Orkestrası'yla buluşturmuş: "Birden şimşekler çaktı. İlkokulda okurken 23 Nisan maskeli balolarında, Cumhuriyet bayramı balolarında, düğünlerde onları çok dinlemiştim.
1968'de Batman'a Altın Mikrofon'u götüren orkestrayı hemen hatırladım ve bunun belgeselini yapmalıyım diye düşündüm." Bir dönem İstanbul'dan farkı olmayan memleketini ve o memleketten çıkan orkestrayı tam sekiz aylık bir çalışmayla, 60 dakikalık bir film haline getirmiş. Hem de tamamı memur maaşıyla ve kredi kartlarına borçlanarak. Batman, İzmir, Lüleburgaz'de yapılan çekimler tamamen arkadaş dayanışmasıyla gönüllü bir şekilde tamamlanmış.

BATMAN BAŞKAYDI 
Sonrasını ve o günlerin Batmanı'nı 'İlhan ağabey' diye seslendiği İlhan Telli anlatıyor: "Beyoğlu'nda piyanomla İngilizce ve İtalyanca şarkılar söylerken, Batman'dan gelen teklişe eşimi de alıp bu hiç tanımadığım şehrin yolunu tuttum. Anlatılır gibi değildi Batman, modern bir yerdi, okulu, yüzme havuzları, tenis kortları olan bir şehirdi. Çocuklarımıza yüzme hocaları, bale hocaları getirdik." 1979'a kadar Batman'da kalmış İlhan Telli. Batman halkının yaptıkları müziğe çok ilgi gösterdiğini anlatırken, yanımızdaki Metin Avdaç'ı göstererek, "İşte bir tanesi öyle etkilenmiş olmalı ki, olgunluk çağına gelince bunu belgesel haline getirdi," diye konuşuyor. Orkestradaki beş müzisyenin 1977'de bir arada kaldığını, daha sonra çeşitli ayrılmalar ve yeni katılımlar olduğunu anlatan Telli, 1979'dan sonra ayrıldığı Batman'a bir daha gidemememiş. Yerleştiği İzmir'de arabeskin de yaygınlaşmasının etkisiyle Fransız tatil köylerinde, lüks otellerde müzisyenlik ve animatörlük yapmış.
Filmini, sinema aşkına tutulmasına neden olan ve Batman'daki sinemaya da adını veren Yılmaz Güney sinemasında göstermeyi çok isteyen yönetmen Metin Avdaç, Kara Altından Altın Mikrofon'a'yı İstanbul Film Festivali'nden sonra, Antalya Altın Portakal ve Adana Altın Koza festivallerine de gönderecek. Sonra Midyatlı Süryanilerin şarap yapma öykülerini ve Müslümanların pestil ve sucuk yapma hikayelerini anlatacağı yeni belgesel filmi için çalışmaya başlayacak.

2 Haziran 2013 Pazar

Albüm İnceleme: Mazhar - Fuat - Özkan - "Ve MFÖ" (Yavuz Hakan Tok)

Mazhar - Fuat - Özkan - "Ve MFÖ"

TAVŞAN KANI MFÖ


Türkiye’de “rock” müziğin bugün anladığımız tanımı seksenli yıllarla birlikte şekillenmeye başladı. Öncesinde yapılanların “rock’n roll”dan Anadolu-popa uzanan bir çizgide, kimi kez deneysel arayışlar, kimi kez de taklitler ya da öykünmelerden öteye geçebildiğini söyleyebilmek biraz zor.

Yurt dışında yayımlanan albümlerin buralara kolay kolay ulaşmıyor olması kadar, grup kurmak ve müzik üretmek için ihtiyaç duyulan enstrümanların ülkeye çok zor sokulabiliyor olması da, seksen öncesi “rock” müziğin ilerlemesini engelleyen önemli bir faktördü kuşkusuz. Üstüne üstlük “rock” denilen türün makamsal, komalı ve tek sesli Türk müzik geleneği içerisinde bir tabanı, zemini de yoktu. Ondandır ki önceleri Anadolu-pop denilen türle melez servis edilmişti  bu yaban müzik.


Batılı anlamda özgün “rock” grupları ve şarkılarının ortaya çıkabilmesi için önce dinleyicinin ama daha da önemlisi müzik piyasasının buna alışması, destek vermesi gerekiyordu. Nitekim seksenlerin ilk yarısında ortaya çıkan Türk “rock” gruplarının genellikle İngilizce sözlü çalışmaları, belirli bir kitlenin ötesine geçip, ülke çapında bir dinleme alışkanlığı yaratmaya yetmedi.

O vakitler “rock” müziğin Türkçe yapılamayacağına dair kemikleşmiş fikrin, “rock” müziğin geniş kitlelerce benimsenmesini epeyce geciktirdiği bir gerçek. Daha da fenası, “rock” müzik üreten ve dinleyenler, orta sınıf ahlakında serseri, sorunlu, uyumsuz, uyuşturucu kullanan, alkolik, sürekli siyah giyinen ve hemen hiç yıkanmayan, serbest seks ve ilişkiler yaşayan insanlardı. Özellikle medyanın döne döne pompaladığı klişe buydu. Ve ön yargıları kırmak her zaman en zoruydu.


Neyse ki “rock” gruplarının önyargı kırmaya çabalamak gibi bir derdi yoktu. Onlar kendi kendilerine çoğalıyor, yenileniyor, tecrübeleniyor, yol alıyorlardı. Devil, Whisky, Kramp, Hardal ve E-5 gibi gruplar yavaş yavaş da olsa adlarını duyururken, ön yargı kırma işini onlar adına üstlenen, Mazhar-Fuat –Özkan üçlüsü olacaktı.

İçine bolca pop, biraz Anadolu-pop, birazcık da alaturka baharatı katılmış olsa da, “rock” bir temel üzerine inşa edilmiş ilk albümleri “Ele Güne Karşı Yapayalnız”, o güne dek bu tarz bir albümün ulaşabileceği en büyük başarıyı kazandı. Albümdeki bir çok şarkı “hit” oldu, plakların daha az sattığı o günlerde bu 33’lük çok sattı, çok çalındı, dinlendi.


Bu doz iyiydi. “Rock”tan korkanları ürkütmeyecek, kulakları alıştırıp, popüler müzik algısında değişikliğin ilk kıvılcımlarını çakabilecek kadardı. Nitekim öyle de oldu ve arkası geldi.

Bu hikayeye çeşitli yan roller, ara hikayeler eklemek, ilave saptamalar yapmak çok mümkün elbette ama lafı uzatmamak adına kaba taslak bir çıkarım yapmak gerekirse; “rock” müziğin ülkedeki gidişatında, hiç “rock” dinlememişlerin kulak aşinalığında, “underground” grupların yer üstüne çıkıp, müzik pazarında değer bulmasında filan bahis konusu MFÖ albümünün ve grubun sonrasında yayımladığı albümlerin az buz pay sahibi olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Doksanlarda anlı şanlı birer “rock” yıldızına dönüşecek bir dolu ismin seksenlerde beslenip büyüdüğü, hatta ilk gruplarını seksen sonu doksan başlarında kurdukları da biliniyor.


Tüm bu akışın genel seyrinde yeri mıhlanmış Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray gibi isimlere nazaran daha şehirli, daha genç bir söylemin peşinden giden, zaman içerisinde tasavvuftan, “grotesk”e, “rap”ten proteste,  farklı kaynaklardan da beslenen MFÖ müziği, en sert noktasına 1995 yılında yayımlanan “MVAB (Mazeretim Var Asabiyim Ben” ile ulaşmıştı.

Neredeyse “Dağıldılar, artık bir araya gelmezler” dedirtecek kadar  uzun bir aradan sonra, 2006 yılında yayımlanan “AGU” ise “MVAB”nin aksine durgun, yorgun ve hatta biraz da bıkkın bir müziğin izlerini sürüyordu. “AGU”nun ses getiren şarkısı, seksenlerin udi şarkıcı müziğinden yol almış gibi gözüken “Sarı Laleler” oldu ama peşinden albümü yürütecek ikinci bir “hit” çıkmadı.


Sonra yine ara açıldı ve Mazhar Alanson’un ikinci solo, Özkan Uğur’un ilk solo albümü beklentileri, Fuat Güner’in yeniden basılan “Aziz Fuat” ve Alanson’un “Mazhar Olmak” kitabına ilave “home-made” albümünün  avuntuları içerisinde iken biz, yeni MFÖ albümü 2001 yılının son çeyreğinde nihayet piyasaya çıktı.

Yaş, olgunluk, tecrübe, saygınlık, popülerlik, hayran sayısı ve benzeri daha nice kriteri üst üste koyduğunuzda elde edeceğiniz kıdem katsayısı, müzik dünyasındaki dokunulmazlık, üzerine söz söylenmezlik derecenizi de belirliyor üç aşağı beş yukarı. Mazhar-Fuat-Özkan üçlüsünün böyle bir mertebesi var. Sahnede delirme haklarını kullanıyor, gençlik, ergenlik, çocukluk günlerimizin en mutena köşelerinde duran o şahane şarkılarını her türlü eleştiriye, aksi söze rağmen yıllardır durup durup reklamlara satıyor, zaman zaman müziği rafa kaldırıp dizide, sinemada oynuyor, canları isteyince albüm yapıyorlar.


Son kez bundan yedi-sekiz sene önce gittim ve “Belki de bir daha MFÖ konserine gitmemeliyim,” dedim içimden. Gitmedim de. Bütün şarkıların bir ağızdan söylenmesinin yarattığı sinerjinin yerini kalabalık koronun detone kakafonisi almaya başlamış, Mazhar Alanson’un şarkı aralarında uzadıkça uzayan ve nereye gittiği belli olmayan monologları rotasından çıkmış, Özkan Uğur’un çıkardığı sesleri izleyicilere tekrar ettirerek yarattığı espri kabak tadı vermişti. Koskoca MFÖ külliyatı azmış, yetmezmiş  gibi, “Yandım”ın dönüp dönüp tekrar söylenmesi de cabası.

İki binlerde “Yandım”ın getirdiği sesin peşinden koşup, “AGU” albümünü “Sarı Laleler”le satmalarını da anlamsız bulmuştum. “Rock” müziğin popüler arenada dümeni giderek eline aldığı o günlerde, işin babalarını daha cesur, daha taviz vermez, daha sert görmek beklentisi içerisindeydim kendi adıma. Ortam buna müsaitti. Bu yine de “Sarı Laleler”i sevmeme engel olmadı, o ayrı. Onlar ne yapsalar, notaları başka türlü tınlıyor, başka bir yerden dokunuyordu hâlâ.


Mazhar’ın giderek çatallanan, düpedüz yaşlanmış adam sesine tezat Fuat’ın hâlâ on yedi yaş tazeliğindeki sesi, Özkan’ın kafa sesi vokalleri ve bu üçünün bileşiminden doğan, kulaklarımıza bildik bileli aşina, ahbap, akraba uyumun hatırı bir fincan kahveden fazlaydı.     

Bu duygu ve düşünceler içerisinde albümden ilk servis edilen şarkı olan “Hep Yaşın 19”la müşerref olduğum gün, pek de memnun mesut olmamıştım açıkçası. “Sarı Laleler”i çekmiş, uzatmış, yine udi şarkıcı ekolünden bir Biricik Suden’e ilan-ı aşk şarkısına imza atmıştı Mazhar Baba. Üstelik şarkıya Suden tarafından çekilen klip de en çok “bu şarkı bana yazıldı”nın üzerini fosforluyordu bütün o şahane turne arabası, sahne arkası, babaların en doğal hali görüntülerine rağmen.


Neyse ki albümün bütünü hiç de fena değildi.

Albüm babaların orta yaşın üstüne göndermeleri ile dolu. “Hep Yaşın 19” zaten başlı başına bu minvalde bir şarkı. Yanı sıra; “Mükemmel bir yaştasın, bana bağlanma,” diyen “Bu Aşk Olur mu?”, “Saçımızdaki beyazlarla daha da güzeliz şimdi”, diyen “Sorma”, “Henüz varmadı tren o son istasyona,” diyen “Masal” ve tüm bu cümlelerin, imaların üzerine ağır ağır dökülen Mazhar’ın tarazlanmış sesi albümün demini koyultuyor, tavşan kanı yapıyor.

Bireysel ve müzikal farklılıklarını zamanla net bir şekilde ayırt ettiğimiz üç müzisyen, kendilerine ait şarkıları kartonete bakmaya ihtiyaç olmaksızın hissettiriyorlar. “Sensiz Olamam”ın bir Özkan Uğur şarkısı oldu çok belli mesela. “Masal” ve “Çözemedin” de birer Fuat Güner bestesi olduklarını adeta bağırıyorlar. Mazhar’ın sofistike ve sufi etkileşimli tarzı ise “Vur Vur” ve “Milenyum Süvarileri”nde ayan beyan fark ediliyor. Ama tıpkı üçünün farklı vokal tekniği ve ses tınısının bileşiminden doğan uyum misali, müzikal anlamındaki farklılıkları da ortaya kısaca MFÖ dediğimiz tarzın ta kendisini çıkarıyor ki bize her birinin solo işlerinden daha cazip, daha etkileyici gelen de tamamen bu.

Ben galiba bu albümde en çok seksenler MFÖ şarkılarına daha yakın duranları sevdim. “Yamuk mu Var” böyle bir şarkı mesela. “Masal” tam bir “Vak The Rock” albümü şarkısı. “Kıskanınca” ve “Vur Vur” da “No Problem” dönemlerini hatırlatıyor. 2009 yılında yayımladığı ilk albümü “B1” ile adından söz ettiren Bora Uzer bu albümde sıkı bir aranjör olarak çıkıyor karşımıza. İmza attığı beş şarkı, hem çok sade, hem de enstrüman virtüözlüğünü ön plana çıkaran, yani MFÖ müziğine yakışan düzenlemelerle ön plana çıkıyor. Albümde aranjör olarak yer alan diğer isimler ise Kamil Özler, Ercan Saatçi, Fuat Güner, Özkan Uğur, Gültekin Kaçar  ve Cengiz Köroğlu.


Daha önce Yonca Lodi tarafından bestelenen ve seslendirilen Aysel Gürel şarkı sözü “Çözemedin”in bu albümde Fuat Güner tarafından yeniden bestelenip seslendirilmiş olması ise bence açık seçik bir “gaf”! Olur a, pek duyulmamış, bilinmemiş bir şarkı sözünü yeniden bestelemek anlaşılabilir belki ama Yonca Lodi’nin “Çözemedin”i tam anlamıyla “hit” olmuş bir şarkı idi. Yan, biraz dramatize ederek aynı kefeye koymak gerekirse, “Ele Güne Karşı”yı başka bir besteyle dinlemek ne ise, bu da o olmuş üç aşağı beş yukarı. Yersiz olmuş; hatta ayıp olmuş.

Burada bir ayrıntı var ki söylemezsem dilim şişer. Daha geçenlerde Müjde Ar yine bir gazete haberinde evindeki bir sandık dolusu bestelenmemiş Aysel Gürel şarkı sözünden bahsediyordu. Aysel Gürel’in öldüğü günden bu yana buna benzer belki elli tane haber yapıldı. Gürel’in bestelenmemiş binlerce şarkı sözü artık adeta bir şehir efsanesi. Ancak o gün bugün kaç tane “yeni” Aysel Gürel şarkısı dinledik Türk popunda? Benim aklıma bir “Sevdanın Son Vuruşu” geliyor, bir de Erol Evgin, Funda Arar albümlerinden birkaç şarkı… Toplasanız bir elin parmaklarını geçer mi bilmem.

Peki nerede bu “binlerce” şarkı sözü? Neden bestelenemiyorlar? Önlerindeki engel ne ya da kim?..        


Albüm kartonetine gelince… Biricik “yenge”mizin kapak fotoğrafının ve sektörün marka olmuş grafikerlerinden Özgür Arcan’ın kartonet tasarımının gayet şık ve gayet ağırbaşlı olduğunu söyleyebilmek mümkün.    

Evet kabul etmeli ki bu albüm bir “Ele Güne Karşı” değil. Ama “Geldiler”den bu yana Mazhar-Fuat-Özkan imzası taşıyan (o saçma “best of”lar da olmak üzere) en iyi albüm bence. Bu kanaatim tamamen öznel de olabilir. Fakat söz konusu MFÖ ise, birazcık öznel olmaktan kimseye bir zarar gelmez. Siz de dinlerken duyduklarınızı şahsileştirin, hatta düpedüz duygusal yaklaşın zira MFÖ bunu hak edeli çok oluyor!    

ARALIK 2011 

Dergi: Silüetler'in Solisti Mesut Aytunca'nın Ölüm Haberi


Feza Çağı'nın müzikçileri: Siluetler


Feza Çağı'nın müzikçileri: Siluetler
Nerede eski devirlerin insanı derin düşüncelere salan sazendeleri, nerede Siluetler? Arada karlı dağlar var. Eskinin mistik havası yok bu gençlerde. Hareket var, ateş var, 20. asır var...

Beyoğlu'nun büyük sinemalarından Fitaş'ın sahnesinde «Altın Mikrofon» adlı müzik yarışması yapılıyordu. Sahneye "Siluetler" adlı topluluk çıkmıştı. Şef Mesut Aytunca, dinleyicileri selamladıktan sonra, ilk parçalarının adının «Akromion» olduğunu söyledi. Herkes birbirine baktı. Hiç kimse bu kelimenin ne anlam ifade ettiğini anlayamamıştı. Bu esnada ön sırada oturanlardan bir doktor, yanındaki eşinin kulağına eğildi:

- «Hanım, biliyor musun,» dedi: «Akromion, ne demek?»

Kadın, «Bilmiyorum» gibilerden başını iki yana salladı. Doktor tekrar eşinin kulağına eğildi:

- «Akromion, vücudumuzda bulunan kemiklerden birinin ismidir!...»

Kadının gözleri büyüdü. Şaşırmıştı. O sırada çalınmakta olan parçayı daha dikkatli dinlemeye başladı. Orkestra gözüne bir başka türlü gözüktü.

Siluetler'le şef Mesut Aytunca'nın Yıldız asfaltı üzerindeki dairesinde konuştuk. Hepsi de cin gibi, esprili delikanlılar. Nerede eski devirlerin insanı derin düşüncelere salan sazendeleri, nerede bu gençler? Arada karlı dağlar var. Eskinin mistik havası yok bu gençlerde. Hareket var, ateş var, 20. asır var...
(Soldaki fotoğraf: Siluetler, bugünkü gençliğin temsilcileri. «Altın Mikrofon» yarışmasında aldıkları birincilik ünlerini daha da yaydı. Şu anda Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde konserler veriyorlar. Soldan sağa doğru, Erol Bilem, Mesut Aytunca, Metin Alatlı, Aydın Daruga ve Rasim Ulusman.)

«Çocuklar" dedik, «Sahi nedir bu «Akromion» isimli parçanızın anlamı?» Hepsi birden kahkahalarla gülmeye başladılar. «Söylemeyiz» dediler: «Madem gazetecisiniz, arayın bulun!...» 

Sonra, şefleri Mesut Aytunca şunları anlattı: «Ben istanbul Tıp Fakültesi'nde öğrenciyim, ikinci sınıfta okuyorum. Fakat bu gidişle bitirip doktor olacağım pek yok. Bir beste yapmıştım, arkadaşlarla ne isim koyalım diye araştırıp duruyorduk. Fakat hiçbirimiz de şöyle dişe dokunur bir isim bulamıyorduk. Nasıl oldu hatırlayamıyorum, birden 'akramion' kelimesi aklıma takılıverdi. Ama o anda ben de bu kelimenin vücudumuzdaki kemiklerden birisi olduğunu çıkaramadım. Neden sonra düşündüm, buldum ki, akromion, Tıp Fakültesi'nin ikinci sınıf kitaplarından birinde geçen bir kelime... Bunda da bir hayır var, dedik ve bestemizeoybirliğiyle bu ismi verdik.»

Siluetler 1963 yılında bir araya gelmişler. Perdenin ilk açılışında yüzleri gözükmediği, dinleyicilerin karşısına ışık oyunlarıyla siluet olarak çıktıkları için bu ismi almışlar. Hepsi de öğrenci. Rasim Ulusman ile Aydın Daruga lisede, diğerleri üniversitede okuyorlar. Siluetler, bir «show orkestrası» niteliğini taşıyor. Enstrümantal aranjmanları var. Diğer orkestralar
gibi sözlü aranjman yapmıyorlar. Erol Bilem, bunun nedenini şöyle izah etti:

- «Sözlü aranjmanlarda Türkçe bozuluyor, kişiliğini kaybediyor. Fakat yine de sözlü aranjman günün modası olarak devam edip gidiyor. Biz bu akımın devamlı olacağına kani değiliz.»

Orkestranın en önemli enstrümantal aranjmanları şunlar: 

«Lorke... Lorke...» Bu bir Kürt havası. Davul, zurna ile çalınan bu parçayı batı müziği enstrümanları ile aranje etmişler. Arkasından «Kaşık Havası» geliyor. Ve nihayet «Dede Efendi 66» bu yılın bombaları arasında... Parça klasik Türk müziğinin büyük bestekârı Dede Efendi'nin hicvidir...

Siluetler'in kadrosu şöyle sıralanıyor: Mesut Aytunca (solo gitar), Erol Bilem (bas gitar), Rasim Ulusman (ritm gitar), Metin Alatlı (org piano), Aydın Daruga (bateri).
(16 Temmuz 1966)(Yazı www.turknostalji.com sitesinden alınmıştır.)

23 Mayıs 2013 Perşembe

Fotoğraf: Erkin Koray 1956 Yılından Bir Fotoğraf



Erkin Koray’ın 16 yaşındayken kurduğu 1956 yılındaki ilk grubu….
Annesi İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Klasik Batı Müziği piyano öğretmeni olduğundan dolayı ilk enstrümanı piyano oldu. Hatta kendisine sorulduğu zaman:
- “Ben piyano çalmaya nasıl başlamış olduğumu bile bilmiyorum. Bu enstrümanı doğal olarak çalıyorum.Ben gitarcıyım!”, der.
Alman Lisesi’nde okurken aynı zamanda konservatuara da devam etti. Gitara başlama tarihi 1956, ilk konser ise (piyanoyla) 29 Aralık 1957 Galatasaray Lisesi’ndedir.
Bu konser Erkin Koray’ın hayatının büyük bir dönüm noktasını teşkil etmiştir. O güne kadar Elektronik ve Atom Mühendisi olmak isteyen Erkin Korau, belki kaderin cilvesi, belki de normal netice olarak, kendi tabiri ile “Elektronik Müzik Mühendisi” olur.
İşte Erkin Koray’ı gitar ile tanıştıran ve ona rock’ı sevdirenler ile ilk fotoğrafı da budur…
O konseri, tam bir ay sonra 25 Ocak 1958 de Eminönü Halkevi, 20 gün sonra Alman ve arkasından Avusturya Lisesi konserleri izler. Ve artık önüne geçilemeyen bir konserler zinciri birbirini takip eder. Gazeteler kendisinden “Rock’n'Roll Kralı” diye bahsediyorlardır artık…  
Fotoğraf: Naim Dilmener

Gazete: Erkin Koray İnsanları Çıplaklığa Davet Ediyor



Sayıl Elman tarafından çekilmiş bir fotoğraf...