27 Nisan 2012 Cuma

Gazete: Bir Anadolu Rock Operası Olarak Safinaz


Bir Anadolu Rock Operası Olarak Safinaz

Yıl 1978. Cem Karaca Safinaz'ı kaydetti. Uzunçaların bir yüzü Safinaz diğer yüzü Kara ve Şeyh Bedrettin Destanı'ndan oluşuyordu.

Safinaz'da hikaye basit. Kasım İstanbul'da kapıcılık yapar. Kızı Safinaz'ı okutmak istese de maddi durumu buna müsaade etmez. Safinaz okuldan ayrılır ve fabrikada çalışmaya başlar. Gerisi dram...

Bu çok bildik arabesk senaryo 70'lerin Türkiye'sinin, hatta 80'lerin bir gerçeği idi. O yıllarda Cem Karaca gözyaşı ile sonlanması gereken bu tür hikayeleri rock kalıpları ile anlatmaya ve söylemini yavaş yavaş sertleştirmeye başlamıştı. Önce Tamirci Çırağı'nda, sonra Safinaz'da alabildiğine sert ve coşkulu bir müzikle çok özel bir anlatım kullanmış, insanların içinde burukluk bırakması gereken bir hikayeyi coşkuya dönüşen bir öfke ile sonlandırmıştı.

Bu dosya, ölümünden sonra hakkında birbirinden farksız şeyler söylenen Cem Karaca'yı farklı bir şekilde anmak için yapıldı. Bir LP'nin tek tarafına çöreklenen, bittiğinde heyecanına, coşkusuna, öfkesine hayran bırakan ve insana "vay be" dedirten ve hatta "böyle şeyler de yapılmış demek" diye şu anki durumumuza deli gibi hayıflandıran Safinaz isimli 18 dakikalık senfonik parça, "Bir Anadolu Rock Operası" olarak hayal edildi...

Kapıcı Kasım, karısı Asiye, kızı Safinaz ve aslında tek başına apayrı bir hikaye olabilecek lümpen Niyazi'nin hikayesi... Üç dakikalık pop şarkılarının tüketilmeye alışıldığı günümüzde bir LP'nin bir yüzünü kaplayan ve aslında "ticari açıdan intihar" sayılabilecek 18 dakikalık bu parça her türlü övgüyü, heyecanı ve bir rock operası olabilme hayalini fazlasıyla hak ediyor. Safinaz, Cem Karaca'nın maddi kazancını düşünmeksizin bir dert anlatmaya, hatta milyonlarca insanın çaresizliğini anlatmaya çalışmasıdır ve bu yüzden de önemlidir.

Cem Karaca dendiğinde Safinaz Safinaz diye bahsedilen o meşhur şarkının hikayesi işte budur. Belki günün birinde hayalimiz gerçekleşir ve bir "Anadolu Rock Operası"yla anarız Cem Karaca'yı... Kim bilir. 


Hazırlayan: Necmiye Uçansoy ( Sabah Gazetesi Cem Karaca Özel Dosyası)



20 Nisan 2012 Cuma

Röportaj: Murat Meriç ile Anadolu Pop Üzerine

Murat Meriç: Anadolu pop 1975'te bitti, 
ne yaparsan yap eskisi gibi olmaz
FATİH VURAL   -   26.03.2011
 
Murat Meriç; Radyocu, DJ, arşivci, müzik yazarı, müzik eleştirmeni. Türkiye'de pop müziğin değişimine tanıklık eden bir isim. "Anadolu Pop, 1975'te bitti; ne yaparsan yap, eskisi gibi olmaz." diyen Meriç ile kendi müzik serüveninin yanında Türk popunun geçmişini ve bugününü konuştuk.
Sizi 2000'li yılların başında TRT'de yaptığınız 'Kırkbeşlik' programıyla tanıdık. 45'lik merakı nasıl başladı?
Dedemin bir 45'lik demeti vardı. Çanakkale'ye gittiğimizde, bütün torunlar, dedenin başına toplanır, dinlerdik. Timur Selçuk, Ajda Pekkan, Yeliz, Füsun Önal ve İlhan İrem'in plakları vardı. Ben en çok Füsun Önal'la İlhan İrem'i severdim. İzmit'te üniversiteye hazırlanırken deli gibi plak toplamaya başladım. Satılan bütün albümlere bandrol şartı gelince, eski plakları kutulara koyup bugünün parasıyla tanesi 1 liradan satmaya başladılar. O dönemde plak koleksiyonculuğu yok. Herkes elindeki plaklardan kurtulmak istiyor. Ankara'da plak toplayan sınırlı sayıda insan, birbirimizi bulduk. O sırada sürekli gidip geldiğim Ezgi Plak'ın sahibi, arkadaşlarının radyo kuracağını söyleyip arşivimi değerlendirmemi istedi. Böylece Arkadaş Radyo'ya bulaştım.
TRT ile nasıl tanıştınız?
O radyoda Metin Solmaz'la tanıştık. Alper Fidaner'le, 96'da radyoda 'Çıtır Çıtır' diye bir program yapmaya başladık. 98'de bitirdik. TRT'den Ahmet Sabuncu bu programı televizyonda yapmamızı önerdi. Böylece 1999'da TRT'de 11 bölüm yayınlanan Türk Pop Tarihi belgeselinin danışmanlığını ve metin yazarlığını yaptım.
TRT'de yaptığınız 'Kırkbeşlik' programıyla müzikseverler, Türk popunun mimarlarını tanıma şansı yakaladı.
Kırkbeşlik'ten önce TRT'de Cumhur Atalay-Mert Özmen ekibinin Çakıl Taşı, Gökkuşağı ve Yarım Elma gibi üç program vardır. Hayalimde hep Çakıl Taşı gibi bir program yapmak vardı. Kırkbeşlik'te ona biraz yaklaştık. Naim Dilmener'in İstanbul'da yaptığı 45'lik geceleri, Radikal ve Gazete Pazar yazıları; Ankara'da yaptığımız 45'lik geceleri, Gökhan Aya gibi insanların çalışmaları, Roll dergisi... Bunlar hep müzik kültürünü yayıyordu.
Müzik araştırmacılığının temelleri de aynı dönemde mi atıldı?
95'te ODTÜ bizi bir panele davet etti. Panelist olmamıza rağmen, izin kâğıdımız yok diye, ODTÜ'nün kapısından almadılar. O gün Metin, Alper ve ben, sabahın 9 buçuğunda bir kafede oturduk. Çok sinirliyiz. Alper'le aklımızda olan projeyi Metin'e açtık: Bir müzik dergisi yapalım! Hatta o sırada önümüzden Kemal Can geçiyordu. Onu çağırdık, aynı gün içinde ikna ettik. Tanıl Bora'dan yardım istedik. Sevin Okyay'ı yazması için ikna etti. Halka genişledi. Ne yapacağımızı düşünürken, Metin bana "Madem bu işleri biliyorsun, otur Türk pop tarihini yaz." dedi. Nereden başlayacağım derken kütüphaneye kapanıp kendimce bir tarih yazmaya başladım. O yazılarım çok tuttu. Fark ettik ki, bunu ilk yazan biziz. 96 Şubat'ında Müzük'ün ilk sayısını yayımladık. 6 sayı çıkardık.
DJ kimliğiniz nasıl ortaya çıktı?
Radyo kapanmış ve insanlar 'Çıtır Çıtır'ı yeniden dinlemek istiyor. Türkiye'ye boş CD'ler yeni yeni geliyor. Plağı CD'ye kaydedebilir miyiz diye bilgisayarcı arkadaşları seferber ettik. Kayıt yapabildiğimizi fark ettik. Bir günde bir CD yazabiliyoruz. O kadar yavaş. Aralık ayını öyle harcayıp 30 CD yaptık. Çoğaltıp arkadaşlarımıza dağıttık. O CD, Ankara'da bir efsane oldu.
Müzikal yapıyla birlikte toplumsal yapıyı ve tarihi de eşzamanlı anlatıyorsunuz. Çaldığınız plaklar da öyle. Hiç bilmediğimiz Barış Manço'yu, Cem Karaca'yı, Erkin Koray'ı çalıyorsunuz. Alternatif gibi duruyor; ama değil!
Şarkıları hayatıma dayandırarak sunuyorum! TİP yükseliyor, bir köylü hareketi var. Onların müziğini alıp Batılılaştırmak gerekiyor. Bugün milletin deli gibi dans ettiği birçok şarkı 1974-76 arasında yapılmıştır: Delisin, Sen Gidince Bak Neler Oldu, Son Verdim Kalbimin İşine, Bim Bam Bom, Bu Ne Dünya... Bunların hepsinin aynı dönemde yapılmasının bir anlamı var. O dönem, Ecevit'in umut olduğu, Eurovision'a ilk kez katıldığımız, Kıbrıs'ı 'aldığımız' dönem. Pek çok zafer var! Halk, bir refah seviyesine ulaşmış. Nitekim iki yıl sonra sağ-sol çatışması, benzin, ekmek kuyrukları başlayınca bu kez Türk popunun arabesk hegemonyasına girdiğini görüyoruz. 1990'da Türk popunun yeniden patlamasının müsebbibi de, Özal'ın 80'lerin sonuna doğru artık iyice 'refah'a inandırmış olması. Darbeden yeni çıkmışız, önümüzde sivil bir iktidar modeli var ki ithalatı serbest bırakıyor, eğlence hayatı yeniden başlıyor.
Tülay German, sizin için nerede duruyor?
O benim kahramanımdır! 92'de Burçak Tarlası'nı Ulus'ta eski bir plakçıda buldum ve çarpıldım. Sonra Tülay German'ı aramaya başladım. Tıkandığım noktada, Bilgi Yayınevi'nden çıkan Tülay German kitabı imdadıma yetişti. Elime Tülay German plakları alıp Kalan Müzik'e gittim. Hasan Saltık'a "Mutlaka CD'sini yapmamız lazım. Telefonu, adresi, plakları, listesi bu." derken unutuldu. 2000 yılında Hasan aradı: "Hani senin Tülay German projesini hâlâ istiyorsan gel. Tülay German bizi buldu. CD yapıyoruz." Ve CD çıktı. Birkaç yıl sonra Hasan aradı beni: "Önümüzdeki cuma, İstanbul'a gel." Merak ederek gittim. Bu sefer de "Taksim Hill Otel'e gidiyorsun. Seni lobide bekleyen biri var." dedi. O kişi Tülay German'mış! Tanıştık, daha sonra Paris'te kendisini ziyaret ettim. Kitap çıkınca Tülay Hanım Kalan'a bir zarf göndermiş, benim adıma. 15 sayfalık bir mektup. Kitabı didik didik okumuş. Eleştirecek bir şey bulamamış, beğenilerini bildirmiş, bir yerdeki hatayı da çok zarif ifade etmiş. Bugüne kadar, eski kuşaktan o kitabı okuduğunu bildiğim tek insan o ve Nino Varon'dur.

Mazhar saçmalamasa daha iyi olacak

MFÖ'yü ayrıcalıklı bir yere koyuyorsunuz.
MFÖ, 80'lerde çok apolitik düzlemde ortaya çıktı. 84'te çıkıyor ilk albümleri. Arka arkaya 4 albüm yapıyorlar. Ele Güne Karşı, Vak The Rock, Peki Peki Anladık ve No Problem. Halka mı hitap etsek, istediğimiz müziği mi yapsak? İkisini bir arada götürmeye çalışıyorlar. Kendi istediklerini yaptıkları albüm, Ele Güne Karşı Yapayalnız. Peki Peki Anladık, doğrudan halka hitap ettikleri albüm. Vak The Rock, ikisinin birleşimi. Bu anlamda Barış Manço'yla Bülent Ortaçgil'in karışımı gibi gelir MFÖ bana.
Peki Mazhar Alanson?
Dünya üzerindeki en iyi şarkı yazarlarından biri. Herkesi çok iyi biliyor. Çok şiir okumuş. Çok özümsemiş. Çok etkilenmiş. Bunları da şarkılarına yansıtmış. 'Ağlamadan', 'Geçiniz' şarkıları hep öyle. Son dönemde saçmalamasa daha iyi olacak...
Cem Karaca?
Türkiye'nin gördüğü göreceği en büyük solist. En iyi hikâye anlatıcısı. Tamirci Çırağı, Zeyno, Kavga, Parka o kadar güçlü şarkılar ki hikâye olarak... Sadece bunlar değil! Cem Karaca'nın üstüne solist yok. Belki Tanju Okan, Ertan Anapa; erkek solistler arasından ona en yaklaşanları.
'Anadolu pop' kavramına inanan bir müzik adamısınız. Ayrıca 'Anadolu rock' kavramının yaygın kullanıldığını da biliyoruz. Bu kavramlara yönelik itirazlar da var. Mesela, Ersan ve Erkut Taçkın'dan... 'Anadolu pop'u nereye kadar uzatabiliriz?
'Anadolu pop'u da, 'Anadolu rock'ı da ilk kullanan, Moğollar'dan Taner Öngür'dür. Hatta Moğol-lar'dır. Ben hâlâ Anadolu pop'un o zaman yaşandığı ve bittiği; hatta birileri bunu yeniden yapmaya çalışsa da başaramayacağı kanısındayım. Anadolu pop; Tülay German'ın Burçak Tarlası'yla başladığı varsayılan, 1970'te Dağ ve Çocuk'la Moğollar'ın adını koyduğu, 74-75 gibi bu işi yapanların politize oldukları için sonlanmış bir tür bence. Anadolu pop'un içinde kimler var dersen? Haramiler, Silüetler, Selçuk Alagöz-Malabadi Köprüsü'ne kadar-, Moğollar, Selda, Cem Karaca...

Fatih Vural (26.03.2011) Zaman Gazetesi Cumaertesi Eki

18 Nisan 2012 Çarşamba

Fotoğraf: Erkin Koray, John Lennon, Yoko Ono ve Arda Uskan


Erkin Koray ve John Lennon aynı karede

Usta gazeteci Arda Uskan'ın arşivinden çıkardığı 1971 tarihli bu fotoğraf, sosyal paylaşım sitelerinde tıklanma rekoru kırıyor.

Cannes’da çekilen karede, efsane İngiliz grup Beatles’ın cinayete kurban giden solisti John Lennon, sevgilisi Yoko Ono, Erkin Koray ve Arda Uskan bir arada görülüyor.

Uskan, fotoğrafı Lennon ve Ono ile yaptığı röportaj için çektirdiğini açıkladı.






5 Nisan 2012 Perşembe

Kitap Eleştirisi: Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço (Birgül Yangın)


Kopuz, Barış’ın elinde gitar oldu
Birgül Yangın, genç bir edebiyat öğretmeni. Çocukluğundan beri şarkılarını dinleyip hayran olduğu Barış Manço’yu üniversiteyi bitirme tezi olarak inceledi. Şimdi tezini kitaplaştırdı ve karşımıza, yepyeni bir Barış Manço portresi çıktı: Elinde kopuz yerine gitar olan bir ozan...
‘Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço’ gibi bir ifade, düz bir cümlenin içinde geçiyorsa fazla ilginizi çekmeyebilir. Fakat aynı kelimeler bir kitabın kapağında karşınıza çıkıyorsa, o zaman biraz daha dikkat kesilebilirsiniz. Birgül Yangın imzasıyla Akçağ Yayınları’ndan çıkan ‘Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço’ isimli kitap, Barış Manço’ya olan sevgimizle birleşince bizim de dikkatimizi çekti.
Barış Manço’ya daha yaşadığı dönemde dünyanın birçok ülkesini gezmesinden dolayı ‘Barışçelebi’ ismini vermiş; ama onun ‘âşık–ozan’ geleneğinden gelen yönü üzerinde fazlaca durmamıştık. Yunus’tan, Karacaoğlan’dan ve Hz. Mevlâna’dan esinlenmesi bir tarafa Barış Manço, kendi bestelerinin sonlarını tıpkı aşıkların yaptığı gibi ‘Barış der ki...’ cümlesi ile bitiriyordu. Birgül Yangın, işte bu noktaya, Barış Manço’nun ozanlığı üzerine dikkatlerimizi çekiyor eserinde. Kitap, aslında yazarın üniversiteyi bitirme tezi. Tezlerde ise genellikle akademik bir çalışmanın donukluğuyla karşı karşıyasınızdır. Ama, ‘Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço’ isimli bu kitabının daha ilk sayfalarında o beklediğiniz donukluğun yerine, bir sanatçıyla onun sevgisini her şeyin üstünde tutan bir insanın portresi ile karşılaşıveriyorsunuz. Kitabın sayfaları arasında ilerlerken Barış Manço ile ilgili birçok bilgi ediniyor; bir yandan da yazarın sanatçıya olan hayranlığına dikkat kesiliyoruz. Belki, Barış Manço kadar onun, yazar olan hayranının hayatını da merak ediyoruz.
Birgül Yangın, henüz 23 yaşında. Üniversiteyi iki yıl önce bitirmiş ve edebiyat öğretmenliği yapıyor. Barış Manço’yu da çocukluğunun ‘Adam Olacak Çocuk’ programlarından beri takip ediyor. Büyüyor, üniversiteyi okuyup ‘adam olacağı’ günleri beklerken Barış abisinin öldüğü haberini alıyor. Tanışmadığı, uzaktan uzağa takip ettiği; ama hayranı olduğu bu insanın ardından çok gözyaşı döküyor. Üniversiteyi bitirme tezinin de tam böyle bir döneme denk gelmesi Birgül öğretmende ‘neden tezimin konusu Barış Manço olmasın’ fikrini uyandırıyor. Tez danışmanı Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’na gidip konuyu açıyor ve tezini Barış Manço üzerine kurguluyor. Yazarın tek üzüntüsü; böyle bir tezin sanatçının hayattayken yapılmaması konusunda. ‘Onun sağlığında böyle bir tez yapabilseydim, kim bilir daha ne özelliklerini ortaya çıkarabilecektim. Merak ettiğim hususların cevabını alabilmiş ve daha sağlıklı bir çalışma yapmış olacaktım.’ diyor Birgül Yangın. ‘Çağdaş Türk Ozanı Barış Manço’ araştırmasını yaparken, yıllar içinde biriktirdiği kasetlerden, gazete ve dergilerden oluşan koleksiyonundan en büyük desteği almış. Ama bu esere bakış açımızın da bir çerçevesini çiziyor yazar: “İmkanların zorlandığı bu eser, bilimsel bir çalışma olmanın yanı sıra bir duygusallık ürünüdür de. Sıradan fakülte tezlerinden farkı belki de bu. Sadece bilim kokan bir eser değil, sevgiyle yoğrulmuş bir emeğin neticesi.”
‘O, tarihi değil, geleneği seviyordu’
Peki, çok sevdiği Barış Manço, Birgül öğretmene göre nasıl bir kişiliğe sahipti: “Sanatçı sıfatını yakıştırdığım ender insanlardan biri idi. O, geniş bir yelpazeye sahipti. Hayatın gayesini yansıttığı eserleriyle bir filozoftu benim için. ‘Ben tarihi değil, geleneği seviyorum. Tarih ölür, gelenek yaşar.’ ifadesiyle tutucu olmayan, değerlerine sahip çıkan bir insandı. Karizmatik kimliği, üslubu, hayata bakışı ile sıradanlıktan sıyrılıp, aykırılaşmadan farklılığını gösteren büyük bir sanatçıydı.” Eserlerindeki edebi unsurları ve şarkıcı kimliği göz önüne alındığında Barış Manço çağımızın modern bir âşığı aslında. Yazara göre Barış’ı diğer aşıklardan ayıran özellik belki elinde saz ve kopuz yerine gitar olmasıydı. Görünüşü, tarzı farklıydı; ama Barış’ın besteleri Doğu ve Batı’nın sentezi olan Anadolu ezgileriydi hep. “Eserlerini dikkatle dinlediğinizde ne kadar çok atasözüne, deyime, halk hikâyeleri ve halk inanışlarına yer verdiğini görebilirsiniz. Âşıkların adını ‘tapşırması’ gibi, türkü formatındaki şarkılarında ‘Barış der ki’ ifadeleri gözden kaçmazdı.” diyor yazar. Barış Manço’ya kim bakarsa baksın onda Yunus Emre’nin sevgi, Mevlâna’nın hoşgörü, Karacaoğlan’ın güzellik anlayışı, Dede Korkut’un söyleyiş özellikleri, Evliya Çelebi’nin seyyahlığının televizyona yansımış halini görebilirdi. Aslında bütün bunları birleştirip bir tez konusu yapan yazar, kitabında müzikal bir kimliği olan Barış Manço’yu edebiyat dünyası içinde bir ‘ozan’ olarak kabul etmenin gerekçelerini sunuyor okura.
“Onu anlatmakta sıkıntı çektiğim zamanlar Beethoven’in ‘Hislerim güneş gibi ve ben onları bir mummuş gibi anlatmaktan usandım artık.’ sözlerine sığınırım.” diyor Birgül Yangın. Kitabını, kendisi kadar hayran olduğu Barış dostlarına yeni bir bakış açısı sunacağı görüşündeki yazarın son sözü yine Barış Manço’ya: Sevgili Barış Manço! Sen olmasan bu çalışma hiç olmazdı. Kişiliğinle ve sanatınla örnek olduğun, rüyalarımda bile olsa yanımda yer aldığın, şarkılarınla göndermeye devam ettiğin mesajlar için sana binlerce teşekkür ediyorum.”
Fatih Selvi / İstanbul
13.04.2002
(Zaman Gazetesi)

22 Mart 2012 Perşembe

Fotoğraf: İki Efsane


Dergi İnceleme: "Cem Karaca: Parkası Başucumuzda Asılı" (Mesam Vizyon Dergisi Sayı:4 Nisan-Mayıs 2007)

Cem Karaca: Parkası başucumuzda asılı

Türkiye’de popüler müziğin çınarlarından biri olarak kabul edilen Cem Karaca aramızdan ayrılalı yaklaşık üç yıl oluyor. Cem Karaca, bu ülkenin popüler müziğinde halkçılığın, sentez düşüncesinin, deneyselliğin, yenilikçiliğin, politik bir duruş sahibi olmanın simgelerinden biriydi. Güçlü sesi ve özgün yorumunun yanı sıra, söz yazarlığı ve besteci kimliği ile de öne çıkan popüler bir figür haline gelmişti.
60’lı ve 70’li yıllarda gözünü, kulağını ve kalbini Anadolu’ya, “bizden olana” yönelterek “Anadolu Pop” akımına bambaşka bir soluk getiren bu büyük sanatçının 5 Nisan 1945 tarihinde İstanbul-Bakırköy’de başlayan yaşamı, yine İstanbul-Bakırköy’de 8 Şubat 2004′te sona ermişti. Anne Toto Karaca (İrma Felekyan) ile baba Mehmet İbrahim Karaca’nın tiyatrocu olması nedeniyle adeta kundakta girdiği sanat dünyasına bugünün ve geleceğin klasikleri olarak kabul edilebilecek birçok eser armağan eden Cem Karaca’nın müzik hayatını, bugünden bakarak, inişli çıkışlı üç ayrı dönem halinde ele alabiliriz.
60’LI YILLAR
Birinci dönem, sanatçının müzik dünyasına ilk adımlarını attığı 60’lı yıllardır. Bu yıllar radyoda bol bol İtalyanca, İngilizce ve Fransızca sözlü şarkıların çalındığı ve yabancı şarkıların moda olduğu; gece kulüplerinde daha çok yabancı şarkıcıların çalıştığı yıllardı. Dünyada esen “rock’n roll” rüzgarları Türkiye’yi yeni yeni etkilemeye başlamıştı. Dönemin “yerli” müzisyenleri caz orkestraları etrafında birleşiyor, rock’n roll çalıp Elvis Presley’i taklit etmeye çalışıyorlardı. Türkiye’nin ilk büyük starı Erol Büyükburç’un, 1959 yılında “Little Lucy” gibi yabancı bir şarkıyla ünlü olması ya da Bob Azzam’ın “C’est Ecrit Dans Le Ciel” şarkısının 1961 yazında önemli bir popülerlik yakalaması tesadüf değildi. Farklı kültürlere ait müzikler, radyo ve dönemin plak firmalarının yaptıkları yoğun tanıtımın da etkisiyle halk arasında belli bir sempati uyandırmış; ancak temel olarak sözler anlaşılamadığı için yaygınlık kazanamamıştı. Kantonun çoktan bittiği, tangonun da ortalıktan çekilmeye başladığı bu dönemde, popüler müzik alanındaki Türkçe söz eksikliği kendini açıkça hissettirmiş, dolaşımdaki birkaç örnek ise radyo ya da plak firmalarının dikkatini çekememişti. Bu ortamda Tülay German, Erdem Buri, Ruhi Su, Yalçın Tura, Doruk Onatkut, Fecri Ebcioğlu gibi müzisyenlerin öncülüğünde “Türkçe şarkı söyleme” tartışmaları başladı. Amaç, Batılı formları reddetmek değil, bilakis bu formların olanaklarından ve uyandırdığı sempatiden hareketle “buralı” bir müzikal dil geliştirmekti. Süreç ilerledikçe, “Türkçe söz” konusunda üç eğilim ön plana çıktı: Fecri Ebcioğlu’nun açtığı ve sonradan “aranjman” adını alacak yolu takip etmek (yabancı şarkılara Türkçe söz yazmak); halk müziğinden seçilecek türküleri çok sesli olarak Batı müziği enstrümanları eşliğinde yorumlamak ve sentez düşüncesinden hareketle Türkçe sözlü özgün besteler yapmak. Sözleri Fecri Ebcioğlu tarafından yazılan ve İlham Gencer tarafından plağa okunan, “C’est Ecrit Dans Le Ciel” şarkısının Türkçe versiyonu “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”; Doruk Onatkut ile Alpay’ın türkü düzenleme çalışması olan “Kara Tren” ve söz müziği Erdem Buri’ye ait “Senin Şarkını Söylüyorum” adlı beste çalışması bu eğilimlerin ilk örnekleri olarak belirir.
ELVIS PRESLEY HAYRANLIĞI
Bu tartışmalar yapılırken Cem Karaca Robert Kolej’de okumaktadır. Grundig marka makaralı teybe radyo yayınlarından kaydettiği “Johnny Guitar” gibi yabancı şarkıları iyi İngilizcesi ile taklit etmekte, radyoda türkü çalındığında ise dayanamayıp radyonun sesini kısmaktadır. Dinamitler (1963) ve Jaguarlar (1964) adlı gruplarda çalışırken sahne üzerinde rock’n roll yapmakta, özellikle Elvis Presley şarkılarında adeta kendinden geçmektedir. Ancak, daha 1940’lı yıllarda nüfusunun %80’i kırsal alanda yaşayan, yeni yeni kentleşirken kapitalistleşme ve köyden kente göç sürecini bütün şiddetiyle yaşayan bir ülkede, dinleyicilere İngilizce şarkı söylerken yabancılık çekmemek, pek mümkün değildir. Dinleyicilerin/seyircilerin bazı tavırları Cem Karaca’yı oldukça şaşırtmaktadır. Örneğin, bir dinleyicinin kendisinden Elvis Presley şarkıları değil de, “Aman Adanalı”yı söylemesini istediği o gün yaşadığı şaşkınlık, hiç unutamadığı anıları arasındadır. Zaman zaman çalıştığı mekanlarda kendisini izlemeye gelen babası bile nedense, her fırsatta yabancı şarkıları bir tarafa bırakmasını ve bu toprakların müziğini yapmasını salık vermektedir. Bu şekilde, bir süre kafa karışıklığı yaşar; ama evlendikten üç gün sonra gittiği askerde, uzaktan duyduğu bir bağlama sesinin tarif edilemez etkisi, babasının ne demek istediğini daha iyi anlamasına yol açar. Artık onun için önemli olan, bizim duygularımıza hitap edebilecek bir müzik yapmaktır.
ANADOLU POP YILLARI
Askerlik dönüşü, Cem Karaca’nın söyleminde bazı değişiklikler ortaya çıkar. Artık daha fazla türkü dinlemekte, halk edebiyatıyla ilgilenmekte, geleneksel hikayelerden hareketle şarkı sözleri yazmakta, yaşadığı toprakları ve kültürünü daha yakından tanımaya çalışmaktadır. Bir yandan “rock”cudur ve artık “…Babamın dediği gibi, ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın alemi yok’. Elbette yok. Ben kan davasından, başlık parasından, halkımın sorunlarından ve töre dediğimizden –ki adına cinayetler işlenir- onlardan bahsetmekle yükümlüyüm…” gibi cümleler kurmaktadır. Bu anlayışın şekillendiği ilk çalışması, 1967 Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’nda grubu “Apaşlar” ile birlikte seslendirdiği “Emrah” olur. Sözleri halk ozanı Aşık Emrah’tan alınmış olan bu beste çalışması ile önemli bir popülerlik kazanan Cem Karaca, 60’ların sonlarına doğru yaptığı “Zeyno”, “Ümit Tarlaları” ve “Niksar” gibi çalışmalarla, ileride Anadolu Pop olarak adlandırılacak akım içerisinde sağlam adımlarla ilerlemeye başlar. Deneysel ve Batılı formlarda türkü okumanın ateşli bir savunucusu haline gelmiştir ve bu yolda muhafazakar kesimlerle, özellikle de İstanbul Radyosu’ndan Nida Tüfekçi gibi otoritelerle sert tartışmalara girmekten geri durmaz. Bu yıllar için, “Cem Karaca tamamen türkülere yönelmiştir.” diyemeyiz. Örneğin, bu dönem yaptığı çalışmalar arasında yer alan “Bu Son Olsun” ya da “Resimdeki Gözyaşları” gibi şarkılar, altyapıları ve orkestrasyonları itibarıyla daha çok “haŞf müzik” bağlamında ele alınabilir. Akdeniz ve soft-rock formları daha baskındır bu şarkılarda. Ancak, altyapı Batılı formlara yaslanmış olsa da, Cem Karaca’nın “buralı” bir dokuya sahip ve toplumsal hafızamızda her daim gizli olan yerelliğe hitap eden vokal yorumu, şarkılara sıcak bir hava kazandırmış ve bu şarkıların da yine geniş kesimler tarafından kabul görmesinin önünü açmıştır.
70’Lİ YILLAR
Cem Karaca’nın sanat hayatındaki ikinci dönem 70’li yıllardır. Bu dönemin temel özelliği, “sanatçının hayata karşı politik bir duruşunun oluşması ve ‘halkçı’ bakış açısının sanatçının müzikal tarzını belirlemeye başlaması” olarak özetlenebilir. Bu dönem farklı gruplarla yaptığı “Dadaloğlu, Oy Gülüm Oy, Üryan Geldim, Obur Dünya, El Çek Tabip, Namus Belası, Deniz Üstü Köpürür, Gurbet, Beyaz Atlı…” gibi çalışmalar, Anadolu Pop akımının köşe taşlarını oluşturur. Bu yıllarda renkli sesi, söz ve ezgi hakimiyeti, etkileyici oktav atlamaları, teatral yorumları ve güçlü iç aksiyonu ile her yerde tanınan bir sanatçı olmuştur Cem Karaca. Özellikle 70’lerin ilk yarısında, birçok farklı alanda olduğu gibi, müzik alanında da ulusalcı bakış güçlenmiş ve yerel” olana yöneliş hızlanmıştı. “Batılı formların tek başlarına birer kaynak oluşturamayacağı, belli bir kentli müzik tarzı yaratılmak isteniyorsa bu çalışmaların yerel geleneklerimizden bağımsız düşünülmemesi gerektiği” şeklinde özetlenebilecek “sentez” düşüncesi gittikçe daha çok kabul görmeye başlamıştı. Cem Karaca, dönemin sanatçıları arasında bu düşünceyi müziğinde en derinlikli işleyen isim olmuştur. Onun için yerellik bir “süs”, örneğin salt Aşık Veysel türkülerinden oluşan bir repertuvar değildir, “içinde yer aldığımız doku”dur. -Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, “yerellik”, o dönemin bu yönelimde olan bütün sanatçıları tarafından “etnik köken” bağlamında değil, “ulusallık” bağlamında değerlendirilmiş, Cem Karaca da buraya alternatif bir bakış geliştirememiştir. Baba tarafından Alevi-Azeri, anne tarafından Ermeni olan Karaca’nın yerellikle kurduğu ilişki de daha çok Türklük kimliği üzerinden olmuştur. Halkçı bir sanatçı olarak, her şeyden çok halkının duygularını paylaşmaya çalışırken, yaptığı şarkılar arasında, içinden geldiği Ermeni halkının sesi, dili, ezgileri açıkça duyulmamaktadır.
POLİTİK İÇERİKLİ ŞARKILAR
Cem Karaca’nın yerellikle kurduğu ilişkide “ortak duygular” ön plandadır. Bir örnekle açıklamak gerekirse, yorumlarının dramatik yanının güçlü olması ve temalarda (yoksulluk, gurbet, kara sevda, gözyaşı, hasret, töre baskısı, ayrılık, yalnızlık…) genel olarak “feleğin acımasızlığı” duygusunun ön plana çıkması sadece kişisel bir tercih değildir; bu acıları yüzyıllardır yoğun olarak yaşamış bir toplumun bir parçası olarak sanatçı bu acıları görmezden gelemez. Kendi deyimiyle “söz konusu olan gerçekliğin kendi acısıdır” ve dinleyicilerle bu aksiyonu paylaşmak gerekir. Zaten “sentez” düşüncesinin şarkı üzerinde “yapıştırma” durmaması ve kendi müzikal kimliğini bulması, “buralı” duyguların şarkılarda dile gelmesine bağlıdır. Cem Karaca’nın en büyük özelliği şarkılarının genel dokusunda (Batılı bir form-teknik kullanılsın ya da kullanılmasın) “tanıdık” duyguları dramatik bir vokal yorumuyla, doğrudan doğruya hissettirebilmesidir. Cem Karaca’nın halkçı duruşu, 70’li yıllarda şekillenen politik kimliğini de belirlemiştir. Toplumsal politik hareketliliğin üst seviyede olduğu, geniş halk kesimlerinin mevcut düzeni sorgulayıp daha iyi yaşam koşullarının peşine düştüğü, hızla politize olunan alanlarda yoğun bir mücadelenin başlatıldığı bu dönemde, Cem Karaca da duyarsız kalmamış ve ‘sol’ hareket içerisinde yer alarak sürece aktif bir şekilde katkıda bulunmuştur. Tamirci Çırağı, Mutlaka Yavrum, Kavga, Parka, Yoksulluk Kader Olamaz, Adiloş Bebe, Maden Ocağının Dibinde, İşçi Marşı, İhtarname gibi politik içerikli çalışmalar bu döneme ait, geniş kesimlere seslenmiş, popüler çalışmalardır. Bu yıllarda, Cem Karaca’nın politik kimliği örgütlü bir yapı içerisinde, örneğin bir parti bünyesinde belirlenmemiştir. Zaten, dönemin örgütlü yapılarında kültürel çalışmalar ertelenmiş ya da geri plana itilmiş bir durumda olduğundan, bu yapıların sanatsal çalışmalara yönelik kapsayıcı kültürel politikalar oluşturmaları beklenemezdi. Fraksiyonculuğun ve bürokratik-hiyerarşik yapılanmaların gittikçe daha baskın bir hale geldiği bu hareketlilik içerisinde, anti-emperyalizm eksenindeki ulusalcı görüşler ve bu doğrultuda devlete karşı verilen “politik” mücadele çok daha belirleyici bir yerde durmaktaydı. Bu anlamda, dönemin muhalif sol hareketi için genel olarak “kültürel alanda bir atılım göstermiştir” diyemeyiz. Bu hareketten, Latin Amerika örneğinde olduğu gibi “devrimci” bir müzik de gelişmemiştir. Ancak, Cem Karaca gibi halkçı sanatçılar, halkın taleplerinden hareketle şarkılarında politik bir dil oluşturabilmişler, halk da bu şarkıları sahiplenmiş ve örgütlü yapılarla bu “sahiplenme” üzerinden bir ilişki kurulabilmiştir.
TAMİRCİ CIRAĞI ve İNGİLİZ ANAHTARI HEDİYE
Cem Karaca’nın politik şarkıları, kaba bir propaganda amacı gütmeyen, sanatsal anlamda müzik dünyasına önemli katkıları olan şarkılardır. Annesinden aldığı sahne adabı ile beslediği bu şarkılarda Karaca, özellikle teatral yönünü önemli ölçüde geliştirir. Şarkıları öyküsel, öyküleri ise politik bir içeriğe sahiptir. Örneğin, “Tamirci Çırağı” Karaca’nın dramatik vokal yorumu ve grubu Dervişan’ın sıkı performansı ile, öykü-müzik ilişkisi açısından, adeta bir film müziğini andırır. “Tamirci çırağı fakir bir gencin, okuduğu romandan güç alarak zengin kıza aşk beslemesi ve bu aşkın hüzünlü bir finalle sona ermesi” gibi bir temayı işleyen şarkı, 1975 yılında pop-rock tarihimizin klasikleri arasına girer. Cem Karaca bu şarkıda işçilerle ortak bir duygu yakalamıştır ve bu dönem her çıktığı konserde kendisine “İngiliz anahtarları” hediye edilmesi boşuna değildir.
SÜRGÜN DÖNEMİ
70’lerin sonlarında öykülü şarkı formunun sınırlarını zorladığı 18 dakikalık “Safinaz” çalışması sonrası, Cem Karaca için, 80’li ve 90’lı yılları kapsayan üçüncü dönem başlar. Özellikle K.Maraş olayları sonrası işlerin iyice çığırından çıkması; ülkücü-faşist komandoların şiddeti artırması ve adeta bir iç savaşın başlaması; sol hareketin silahlı mücadeleye yönelmesi; bu arada sokaklarda işlenen sansasyonel cinayetlerin artması Karaca’yı da korkutmuştur. Bir
süreliğine yurt dışına çıkar. Bu tercih, aslında dönemin Türkiye’deki muhalif sanatçılarının “doğal” akıbeti sürgünün Karaca’yı da arkasına katması anlamına gelmektedir. ’80 sonrası 12 Eylül rejimi tarafından, uygun bir yol bulunarak (!) sanatçının vatandaşlıktan çıkarılması, sürgüne “resmi” bir nitelik kazandırır. Artık, tüm eserleri yasaklanmıştır. Her sürgünlü hayatta olduğu gibi, Cem Karaca’nın da sürekli sürgünün bitiş düşlerini kurduğu bu yıllar, sanatçı için belli bir yalnızlaşmayı da beraberinde getirir. Vatan hasreti bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmektedir.
Sürgündeyken babası vefat etmiş ama Karaca cenazeye katılamamıştır. Türkiye’de bıraktığı küçük oğlunu görememektedir. Koşullar onu derinden yaralamakta, sürgünde yaşadığı her gelişme onu yalnızlığa itmektedir. Bu “yalnızlaşma” yoğun bir duygusallık ve kendi politik duruşuna yönelik kafa karışıklıkları yaratır; yani sanatçıları pek çok açıdan yaralayarak pasifize eden “sürgün politikası”, Karaca’nın muhalif/radikal kimliğinin zayışamasında da yavaş yavaş başarılı olmaktadır.
TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
’87 yılında dayanamaz ve hapse girmeyi de göze alarak Türkiye’ye geri döner. Turgut Özal’ın manevi desteği ve estirdiği “liberalizm” rüzgarlarının da etkisiyle herhangi bir ceza almadan aklanır ve vatandaşlık hakkını geri alır. Bu süreçte Özal’la yaptığı görüşmeler, belli bir kafa karışıklığına yol açmıştır ve bazı kesimler tarafından döneklikle suçlanır. Bu kesimlerle girdiği polemiklerin gereksiz yere uzaması, Karaca’nın yalnızlaşma sürecini hızlandırmakta ve politik duruş anlamında tabanının ciddi kafa karışıklıkları yaşamasına sebep olmaktadır. Sol tarafından yöneltilen “döneklik” eleştirilerinin sekter bir yanı vardır; ama kendisi de eski politik duruşundan uzaklaştığını her fırsatta hissettirmektedir. Konserlerinde ısrarla “Parka”yı isteyen seyircilerin isteklerini “Parka vestiyerde asılı!”; “Tamirci Çırağı”nı isteyenlerin isteklerini ise “Tamirci Çırağı büyüdü, Kahya Yahya oldu!” diyerek geri çevirebilmektedir. 90’lı yıllar boyunca, artık siyah ya da beyaz olmayacağını, gri olacağını ve iki ucu birleştireceğini açıklar. Bazen “eski solcu”luğunu hatırlayarak sivri çıkışlar yapar, bazen fazlasıyla din vurgulu mesajlar verir. Bir dönem milliyetçi görüşlerle yakınlaşması, sağ- muhafazakar Flaş TV’de düzenli olarak yayınlanan programlar hazırlaması, “Star Gazetesi” reklamlarında seslendirme yapması gibi spesifik birkaç olay da birçok kesim tarafından sert şekilde eleştirilir. Cem Karaca’nın bu tavırları 70’lerde oluşturduğu muhalif çizgiyi önemli ölçüde sarsmış ve dinleyici tabanının kendisinden uzaklaşmasına sebep olmuştur.
POLİTİK DURUŞTAN UZAKLAŞMA
80’li ve 90’lı yıllarda yaptığı çalışmaları “Bekle Beni, Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar, Töre, Yiyin Efendiler, Nerde Kalmıştık” gibi albümlerde bir araya getirir. Konserlerini 1960’lardan bu yana “Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar” diyerek açan Cem Karaca, Türkiye’ye dönüşünün coşkusunu yansıttığı bu albüm için de aynı ismi kullanır. Özellikle “Töre” ve “Yiyin Efendiler” gibi altında sadece kendi imzasının olduğu albümleri, içe dönük atmosferleriyle Karaca’nın o dönemki ruh halini yansıtmaktadır. ’80 sonrasındaki “Nerde Kalmıştık” albümü ise, belli bir grup müziği konseptiyle hazırlanmıştır. Kapak tasarımından içeriğine kadar Uğur Dikmen-Cahit Berkay-Cem Karaca triosunun albümü olduğunu izlenimini veren bu albüm, sağlam altyapılarıyla dikkati çeker. 70’lerin grup müziği anlayışı bu albümle yeniden diriltilmeye çalışılmıştır. Ancak, grup müziği anlamında üretken bir çalışma ortamının
oluşturulabilmesi için grup içi eleştirel bilincin sağlanması, grup üyeleri arasında asgari bir yaşam birlikteliği ve güçlü ideolojik bağların kurulması gerekir. Bu anlamda, zaten 70’lerden itibaren kalıcı bir gelenek oluşturamamış olan bu kuşak, çalışmalarını bu albümün ötesine taşıyamaz.
Cem Karaca gibi büyük bir sanatçının 70’lerdeki net politik duruşundan uzaklaşıp hitap ettiği kesimin kafasını karıştıran, yer yer bu kesimi kendisinden uzaklaştıran tavır ve davranışlar sergilemesinin; tutarlı müzik politikaları çerçevesinde uzun vadeli düşünen bir ekiple çalışamamasının ‘80 sonrasındaki sanat yaşamında etkisi büyüktür. Türkiye’de, 60’lı ve 70’li yıllarda popüler müzik alanında çok önemli adımlar atmış bir kuşağın başta gelen temsilcilerinden biri olarak Karaca’nın, bugünün özellikle tam bir tür karmaşası ve “sound” kıtlığı yaşayan pop müzik piyasasına yönelik daha müdahaleci tavırlar geliştirebilmesi, daha eğitici bir rol üstlenmesi ve alternatif bir müzik ortamının oluşumuna katkıda bulunması beklenebilecekken, ’80 sonrası yaşanan gelişmeler, onu bu tür noktalardan uzaklaştırmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, Cem Karaca’nın müzikal hafızamızda daha çok 70’li yıllardaki sesi ve görüntüsü ile yer edinmiş olması çok da anlaşılmaz olmamalıdır. O, bu Bizans eskisi şehirde bizim için hâlâ bir tamirci çırağıdır ve parkası baş köşemizde asılı kalacaktır…



O, bu Bizans eskisi şehirde bizim için hâlâ bir tamirci çırağıdır ve parkası baş köşemizde asılı kalacaktır…


18 Mart 2012 Pazar

Dergi İnceleme: "Cahit Berkay: Anadolu popla sallan yuvarlan…" (Mesam Vizyon Dergisi Sayı:5 Temmuz Ağustos 2007)



 Cahit Berkay: Anadolu popla sallan yuvarlan…

Efsanevi Moğollar grubunun üyelerinden Cahit Berkay’ın ZAN grubuyla gerçekleştirdiği enstrümantal albüm ‘Toprak’ geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı. Albüm 60’ların rock soundunu Anadolu ritm ve armonileriyle birleştiriyor. Bağlama, yaylı tambur, askı davul, bas gitar, hammond org, perküsyon ve distortion gitarla buluşuyor. Çekirdek rock dinleyicilerine hitap eden albümde ‘Azeri rock’, ‘Laz rock’ gibi etnik parçaların yanı sıra albümün Amerikalı prodüktörleri, Ben Mandelson ve Rob Keyloch’a ithaf edilen ‘Kasımpaşalı Amerikalı’ gibi parçalar bulunuyor.

Moğollar’ın kuruluşunu ve Anadolu popun erken dönemlerini anlatır mısınız?
Biz Anadolu Pop’un öncüsü sayılırız. Hatta Moğollar olarak Anadolu Pop ismini biz koyduk. Moğollar’ın kuruluşundaki en büyük neden yurt dışına çıkıp ünlü olma hayalleri kuran beş gencin bir araya gelip bir grup kurmasıydı. Ancak zamanla yurt içinde insanlara hitap edebilmek için yabancı bir gitarist gibi çalıp söylemenin yeterli olmayacağını düşündük. Bizim anladığımız, hissettiğimiz, duyduğumuz bir müzik olmalıydı. Yapacağımız müziğin dünyanın en büyük müzikal zenginliğini barındıran Anadolu’dan beslenmesi gerektiğini düşündük. Ve başarılı olduk. Gitar, org, bateri gibi Batı müziği enstrümanlarının yanı sıra yaylı tambur, bağlama kullandık. Bunlar bütün kapıların açılmasını sağladı. Hemen bir albüm teklifi aldık. Ve o albüm1971’de ‘‘Grand Prix du Disque Academie Charles Crosse Ödülü”nü kazandı. Bu ödül Jimi Hendrix, Pink Floyd gibi isimlerin aldığı bir ödüldü. Bu müzikal kimlik oturdu. Moğollar hala dinleniyor. Müziğimizi üç kuşaktır paylaşıyoruz.
Anadolu popun hemen benimsenmesini neye bağlıyorsunuz?
O dönemde ilk arayışlar başlamıştı. Balkan ülkeleri yarışmasında milli orkestra kurulmuştu. Tülay German’ın ‘Burçak Tarlası’, Erol Büyükburç’un türküleri repertuvarına alması, Hürriyet Gazetesi’nin ‘Altın Mikrofon Yarışması’, bu yarışmaya katılacak grupların çalacakları müziğin Türkçe olması şartı aranması gibi göstergeler vardı. Bu kıpırtının içinden Moğollar kanımca o günün şartlarını iyi değerlendirdi. Yaptığımız müziğe aslında pop lafı yakışmıyordu ama o dönemde ‘rock’ tanımı yoktu. O müzikal duyguların aralarındaki farkları belirlemek için ‘beat’ müziği, ‘pyschedelic’ müzik dendi. Taner Öngür ‘Anadolu pop’ kavramını buldu. Bir röportajda telaffuz etti. Mesela müziğimizde kabak kemani kullandık. Kabak kemani TRT tarafından yasaklanmıştı. Rezonans telleri diğer sazların oluşturduğu tınıya tecavüz ediyor diye yaylı tanbur kullanılmıyordu. Darbuka da kullanılmıyordu. Biz de muzur çocuklarız ya, araya böyle çomaklar sokuyorduk.
Siz başlangıçtan beri politik duyarlılıkları olan bir grup da oldunuz…
68 kuşağının kendi içerisindeki kıpırdanışını, hislerini duygularını, karşı gelişlerini birebir yaşadık. 68 talebe olayları Vietnam Savaşı’nın sona ermesine vesile oldu. O kuşak Türkiye’de de hissedildi. Hisseden kuşak biziz. Ayrıca biz Anadolu’yu sadece haritadan gören bir kuşak değiliz Anadolu’yu keşfeden kuşağız. Kendi kültürünü tanıyıp yabancı kültürlere de açık olmaktan yanaydık. Yerelden evrensele gitmekti amacımız. Bunları yaşayan ve bunların kavgasını veren kuşağın bir parçasıyız. Bizim bu mücadelemiz müzikte de kendini çok göstermiştir. Moğollar 1976’da müziğini yapamaz hale geldi, dağıldı. 1993’te tekrar bir araya geldi. Bu dönemde de yaptığımız bütün parçalar eleştirel ve protest oldu. Moğollar’ı tekrar kurduğumuzda Sivas olayları olmuştu. Hayatımda ilk defa şarkı sözü yazdım. Unutulmasın diye. Unutulmasın ve bir daha tekrarlanmasın diye. Geçenlerde Moğollar’ın repertuvarını gözden geçirdik. Bütün şarkılar bir soruna atfen yazılmış. Bıktım ya…Sorunsuz bir ülke olsa da ben de içimden geldiği gibi, yaşamın gerektirdiği gibi günümün keyŞni ifade edecek şarkılar yapsam (gülüyor). Herkes bizi çatık kaşlı insanlar sanıyor. Bizim çok ciddi adamlar olduğumuz sanıyorlar.
Doğal olarak 70’li yıllarda ortam siyasallaşınca müzik de siyasallaştı.
Müzikte yoğun bir şekilde siyasi, politik duruşu Cem Karaca ile öğrendim. Onunla yaptığımız ilk şarkılar ‘Dağ ve Çocuk’, daha naif şarkılardı. Ama 70’lerle beraber siyasal duyarlılığımız arttı. Ve ister istemez müziğimizde bu politik kimlik oluştu. Mesela Ruhi Su’yu Nazım Hikmet’i özümseyen bir kuşağız. 1972 – 1973 yıllarında baktık ki slogan müzik yapmazsan müzik yapma şansın yok. Rahmetli Cem bir gün ‘Ya Müdür’ dedi, ‘bir şeyin farkında mısın?’ ‘Nedir?’ dedim. Biz şimdiki Lütfi Kırdar eski spor salonunda konsere çıkmışız. Sendikalar, üniversite gençlik teşkilatları dolu. Çıkıp çalıyoruz. Alkış alıyoruz ama ancak bizim çıkardığımız kadar ses geri geliyor. Biz iniyoruz, arkamızdan Aşık X çıkıyor. ‘Dım dım’ çalıp ‘kahrolsun faşizm’ diyor kıyamet kopuyor.
Türkiye’de yapılan rock müzik yabancı rock’a öykünme mi yoksa Anadolu pop’un bir damarı devam ediyor mu?
Şimdiki gençler yabancı kültürden çok etkileniyorlar. Bu hem avantaj hem dezavantaj. Bu ülkedeki genç müzisyenler bu ülkedeki müziği sevmiyor. Türkü seveni, sanat müziğini severek dinleyeni çok az. Bu onların eksisi. Ama sen profesyonelce müzik yapıyorsan bu topraklarda yapılan müzik konusunda fikrin olması lazım. Sonuçta Jimi Hendrix’den daha iyi gitar çalsalar da ben yine de Jimi Hendrix dinlerim. Müzikal bir kimliğin bir tarzın olacaksa, dinleyeceksin yavaş yavaş yavaş dinlediğin müziğe bir küçük tuğla koyarak kendi müzikal dünyanı inşa edeceksin. Benim büyük emekle inşa ettiğim böyle bir sarayım var. Ben gençlerden kaç tanesine Erdal Erzincan’ı n CD’lerini hediye ettim. Koskoca Arif Sağ askı davul çalıyor bir albümünde. Burada Erdal Erzincan’ın çaldığı bağlamayı gitara adapte eden dünya çapında gitarcı olur. Ama ilgilenmiyorlar. Buradan bir şey öğrenip yansıtanlar var ama çok az. Böyle bir özümsemeyle yola çıkarlarsa şansları çok daha fazla olur. Çok daha uzun soluklu yaşarlar. Yaşanmışlığı müziğinde aksettireceksin. Göz önünde olmayan gruplar var. Duruşları çok sağlam. Radikaller. Daha göz önünde olanlardan Mor ve Ötesi var. Oturmuş bir grup artık, taş gibi çalıyorlar. Kendi kendilerini motive edecek hale geldiler. Başta sağlam bir adım attılar. Ve yanlış adım atmadan devam ediyorlar. Otokontrollerini iyi kurdular. Eğer müzik dışında başka sebepten aralarında sorun çıkmazsa yıllar boyu çalarlar. Bence müzik Türkiye’de çok iyi yolda. Fakat rock müzik bizim medyada sundukları kadar değil. Arkası var ve çok sağlam geliyorlar.
Grup Zan ile yaptığınız ‘Toprak’ albümü nasıl ortaya çıktı?
Geçen sene haziran temmuz ayları falandı. Bir şeyler birikmeye başladı. Bunları bir albüm haline getirmeye karar verdim. Grup ZAN, rahmetli Cem Karaca’nın ölümünden önce çalıştığı grup. O zamanki adları ‘Yol Arkadaşları’. Bu albümü rock dinleyicileri için yaptık. Tabii Moğollar devam edecek. Moğollar bitmiş değil. Bu enstrümantal bir albüm oldu. Çıkışımız: ‘İşte Anadolu rock böyle yapılır’ demek. Ayakları buraya basıyor. Doğudan, Karadeniz’den Orta Anadolu’dan parçalar var. O yörelerin ritm kurguları var. Beste yapmak yetmiyor, bir de yorumlamak lazım. Mesela bir zeybek var: ‘Kardak Zeybeği’. Türk ve Yunan hücumbotlarının dansı. Albümde bir Hammer org kullandık. Antika resmen. Soundu en fazla değiştiren o oldu.
Grup ZAN ile daha önce birlikte çalmış mıydınız?
Cem Karaca rahmetli olmadan 15 gün önce Ankara Saklıkent’te, ‘Moğollar’ ile ‘Cem Karaca ve Yol Arkadaşları’ olarak çaldık. Bu ekip Batı müziğini de iyi çalan bir grup. Harman güzel. Tabii asıl dinleyenler karar verecek. Albümün biraz deneysel tarafı da var. Haluk Levent’in, Kıraç’ın yaptıkları Anadolu rock’tan çok farklı..
MESAM’ın çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
MESAM Yönetim Kurulu üyesiyim ve bundan gurur duyuyorum. MESAM geçmiş senelerdeki kendi içindeki sorunları çözdü, çarkların işlemesindeki sorunları kaldırdı. MESAM doğru yolda. Fakat bu çok başlılık en büyük sorun. MESAM, MÜYORBİR MÜYAP ve MSG ‘nin tek bir çatı altına toplanması gerekir.