22 Mart 2012 Perşembe

Fotoğraf: İki Efsane


Dergi İnceleme: "Cem Karaca: Parkası Başucumuzda Asılı" (Mesam Vizyon Dergisi Sayı:4 Nisan-Mayıs 2007)

Cem Karaca: Parkası başucumuzda asılı

Türkiye’de popüler müziğin çınarlarından biri olarak kabul edilen Cem Karaca aramızdan ayrılalı yaklaşık üç yıl oluyor. Cem Karaca, bu ülkenin popüler müziğinde halkçılığın, sentez düşüncesinin, deneyselliğin, yenilikçiliğin, politik bir duruş sahibi olmanın simgelerinden biriydi. Güçlü sesi ve özgün yorumunun yanı sıra, söz yazarlığı ve besteci kimliği ile de öne çıkan popüler bir figür haline gelmişti.
60’lı ve 70’li yıllarda gözünü, kulağını ve kalbini Anadolu’ya, “bizden olana” yönelterek “Anadolu Pop” akımına bambaşka bir soluk getiren bu büyük sanatçının 5 Nisan 1945 tarihinde İstanbul-Bakırköy’de başlayan yaşamı, yine İstanbul-Bakırköy’de 8 Şubat 2004′te sona ermişti. Anne Toto Karaca (İrma Felekyan) ile baba Mehmet İbrahim Karaca’nın tiyatrocu olması nedeniyle adeta kundakta girdiği sanat dünyasına bugünün ve geleceğin klasikleri olarak kabul edilebilecek birçok eser armağan eden Cem Karaca’nın müzik hayatını, bugünden bakarak, inişli çıkışlı üç ayrı dönem halinde ele alabiliriz.
60’LI YILLAR
Birinci dönem, sanatçının müzik dünyasına ilk adımlarını attığı 60’lı yıllardır. Bu yıllar radyoda bol bol İtalyanca, İngilizce ve Fransızca sözlü şarkıların çalındığı ve yabancı şarkıların moda olduğu; gece kulüplerinde daha çok yabancı şarkıcıların çalıştığı yıllardı. Dünyada esen “rock’n roll” rüzgarları Türkiye’yi yeni yeni etkilemeye başlamıştı. Dönemin “yerli” müzisyenleri caz orkestraları etrafında birleşiyor, rock’n roll çalıp Elvis Presley’i taklit etmeye çalışıyorlardı. Türkiye’nin ilk büyük starı Erol Büyükburç’un, 1959 yılında “Little Lucy” gibi yabancı bir şarkıyla ünlü olması ya da Bob Azzam’ın “C’est Ecrit Dans Le Ciel” şarkısının 1961 yazında önemli bir popülerlik yakalaması tesadüf değildi. Farklı kültürlere ait müzikler, radyo ve dönemin plak firmalarının yaptıkları yoğun tanıtımın da etkisiyle halk arasında belli bir sempati uyandırmış; ancak temel olarak sözler anlaşılamadığı için yaygınlık kazanamamıştı. Kantonun çoktan bittiği, tangonun da ortalıktan çekilmeye başladığı bu dönemde, popüler müzik alanındaki Türkçe söz eksikliği kendini açıkça hissettirmiş, dolaşımdaki birkaç örnek ise radyo ya da plak firmalarının dikkatini çekememişti. Bu ortamda Tülay German, Erdem Buri, Ruhi Su, Yalçın Tura, Doruk Onatkut, Fecri Ebcioğlu gibi müzisyenlerin öncülüğünde “Türkçe şarkı söyleme” tartışmaları başladı. Amaç, Batılı formları reddetmek değil, bilakis bu formların olanaklarından ve uyandırdığı sempatiden hareketle “buralı” bir müzikal dil geliştirmekti. Süreç ilerledikçe, “Türkçe söz” konusunda üç eğilim ön plana çıktı: Fecri Ebcioğlu’nun açtığı ve sonradan “aranjman” adını alacak yolu takip etmek (yabancı şarkılara Türkçe söz yazmak); halk müziğinden seçilecek türküleri çok sesli olarak Batı müziği enstrümanları eşliğinde yorumlamak ve sentez düşüncesinden hareketle Türkçe sözlü özgün besteler yapmak. Sözleri Fecri Ebcioğlu tarafından yazılan ve İlham Gencer tarafından plağa okunan, “C’est Ecrit Dans Le Ciel” şarkısının Türkçe versiyonu “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş”; Doruk Onatkut ile Alpay’ın türkü düzenleme çalışması olan “Kara Tren” ve söz müziği Erdem Buri’ye ait “Senin Şarkını Söylüyorum” adlı beste çalışması bu eğilimlerin ilk örnekleri olarak belirir.
ELVIS PRESLEY HAYRANLIĞI
Bu tartışmalar yapılırken Cem Karaca Robert Kolej’de okumaktadır. Grundig marka makaralı teybe radyo yayınlarından kaydettiği “Johnny Guitar” gibi yabancı şarkıları iyi İngilizcesi ile taklit etmekte, radyoda türkü çalındığında ise dayanamayıp radyonun sesini kısmaktadır. Dinamitler (1963) ve Jaguarlar (1964) adlı gruplarda çalışırken sahne üzerinde rock’n roll yapmakta, özellikle Elvis Presley şarkılarında adeta kendinden geçmektedir. Ancak, daha 1940’lı yıllarda nüfusunun %80’i kırsal alanda yaşayan, yeni yeni kentleşirken kapitalistleşme ve köyden kente göç sürecini bütün şiddetiyle yaşayan bir ülkede, dinleyicilere İngilizce şarkı söylerken yabancılık çekmemek, pek mümkün değildir. Dinleyicilerin/seyircilerin bazı tavırları Cem Karaca’yı oldukça şaşırtmaktadır. Örneğin, bir dinleyicinin kendisinden Elvis Presley şarkıları değil de, “Aman Adanalı”yı söylemesini istediği o gün yaşadığı şaşkınlık, hiç unutamadığı anıları arasındadır. Zaman zaman çalıştığı mekanlarda kendisini izlemeye gelen babası bile nedense, her fırsatta yabancı şarkıları bir tarafa bırakmasını ve bu toprakların müziğini yapmasını salık vermektedir. Bu şekilde, bir süre kafa karışıklığı yaşar; ama evlendikten üç gün sonra gittiği askerde, uzaktan duyduğu bir bağlama sesinin tarif edilemez etkisi, babasının ne demek istediğini daha iyi anlamasına yol açar. Artık onun için önemli olan, bizim duygularımıza hitap edebilecek bir müzik yapmaktır.
ANADOLU POP YILLARI
Askerlik dönüşü, Cem Karaca’nın söyleminde bazı değişiklikler ortaya çıkar. Artık daha fazla türkü dinlemekte, halk edebiyatıyla ilgilenmekte, geleneksel hikayelerden hareketle şarkı sözleri yazmakta, yaşadığı toprakları ve kültürünü daha yakından tanımaya çalışmaktadır. Bir yandan “rock”cudur ve artık “…Babamın dediği gibi, ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satmanın alemi yok’. Elbette yok. Ben kan davasından, başlık parasından, halkımın sorunlarından ve töre dediğimizden –ki adına cinayetler işlenir- onlardan bahsetmekle yükümlüyüm…” gibi cümleler kurmaktadır. Bu anlayışın şekillendiği ilk çalışması, 1967 Altın Mikrofon Şarkı Yarışması’nda grubu “Apaşlar” ile birlikte seslendirdiği “Emrah” olur. Sözleri halk ozanı Aşık Emrah’tan alınmış olan bu beste çalışması ile önemli bir popülerlik kazanan Cem Karaca, 60’ların sonlarına doğru yaptığı “Zeyno”, “Ümit Tarlaları” ve “Niksar” gibi çalışmalarla, ileride Anadolu Pop olarak adlandırılacak akım içerisinde sağlam adımlarla ilerlemeye başlar. Deneysel ve Batılı formlarda türkü okumanın ateşli bir savunucusu haline gelmiştir ve bu yolda muhafazakar kesimlerle, özellikle de İstanbul Radyosu’ndan Nida Tüfekçi gibi otoritelerle sert tartışmalara girmekten geri durmaz. Bu yıllar için, “Cem Karaca tamamen türkülere yönelmiştir.” diyemeyiz. Örneğin, bu dönem yaptığı çalışmalar arasında yer alan “Bu Son Olsun” ya da “Resimdeki Gözyaşları” gibi şarkılar, altyapıları ve orkestrasyonları itibarıyla daha çok “haŞf müzik” bağlamında ele alınabilir. Akdeniz ve soft-rock formları daha baskındır bu şarkılarda. Ancak, altyapı Batılı formlara yaslanmış olsa da, Cem Karaca’nın “buralı” bir dokuya sahip ve toplumsal hafızamızda her daim gizli olan yerelliğe hitap eden vokal yorumu, şarkılara sıcak bir hava kazandırmış ve bu şarkıların da yine geniş kesimler tarafından kabul görmesinin önünü açmıştır.
70’Lİ YILLAR
Cem Karaca’nın sanat hayatındaki ikinci dönem 70’li yıllardır. Bu dönemin temel özelliği, “sanatçının hayata karşı politik bir duruşunun oluşması ve ‘halkçı’ bakış açısının sanatçının müzikal tarzını belirlemeye başlaması” olarak özetlenebilir. Bu dönem farklı gruplarla yaptığı “Dadaloğlu, Oy Gülüm Oy, Üryan Geldim, Obur Dünya, El Çek Tabip, Namus Belası, Deniz Üstü Köpürür, Gurbet, Beyaz Atlı…” gibi çalışmalar, Anadolu Pop akımının köşe taşlarını oluşturur. Bu yıllarda renkli sesi, söz ve ezgi hakimiyeti, etkileyici oktav atlamaları, teatral yorumları ve güçlü iç aksiyonu ile her yerde tanınan bir sanatçı olmuştur Cem Karaca. Özellikle 70’lerin ilk yarısında, birçok farklı alanda olduğu gibi, müzik alanında da ulusalcı bakış güçlenmiş ve yerel” olana yöneliş hızlanmıştı. “Batılı formların tek başlarına birer kaynak oluşturamayacağı, belli bir kentli müzik tarzı yaratılmak isteniyorsa bu çalışmaların yerel geleneklerimizden bağımsız düşünülmemesi gerektiği” şeklinde özetlenebilecek “sentez” düşüncesi gittikçe daha çok kabul görmeye başlamıştı. Cem Karaca, dönemin sanatçıları arasında bu düşünceyi müziğinde en derinlikli işleyen isim olmuştur. Onun için yerellik bir “süs”, örneğin salt Aşık Veysel türkülerinden oluşan bir repertuvar değildir, “içinde yer aldığımız doku”dur. -Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, “yerellik”, o dönemin bu yönelimde olan bütün sanatçıları tarafından “etnik köken” bağlamında değil, “ulusallık” bağlamında değerlendirilmiş, Cem Karaca da buraya alternatif bir bakış geliştirememiştir. Baba tarafından Alevi-Azeri, anne tarafından Ermeni olan Karaca’nın yerellikle kurduğu ilişki de daha çok Türklük kimliği üzerinden olmuştur. Halkçı bir sanatçı olarak, her şeyden çok halkının duygularını paylaşmaya çalışırken, yaptığı şarkılar arasında, içinden geldiği Ermeni halkının sesi, dili, ezgileri açıkça duyulmamaktadır.
POLİTİK İÇERİKLİ ŞARKILAR
Cem Karaca’nın yerellikle kurduğu ilişkide “ortak duygular” ön plandadır. Bir örnekle açıklamak gerekirse, yorumlarının dramatik yanının güçlü olması ve temalarda (yoksulluk, gurbet, kara sevda, gözyaşı, hasret, töre baskısı, ayrılık, yalnızlık…) genel olarak “feleğin acımasızlığı” duygusunun ön plana çıkması sadece kişisel bir tercih değildir; bu acıları yüzyıllardır yoğun olarak yaşamış bir toplumun bir parçası olarak sanatçı bu acıları görmezden gelemez. Kendi deyimiyle “söz konusu olan gerçekliğin kendi acısıdır” ve dinleyicilerle bu aksiyonu paylaşmak gerekir. Zaten “sentez” düşüncesinin şarkı üzerinde “yapıştırma” durmaması ve kendi müzikal kimliğini bulması, “buralı” duyguların şarkılarda dile gelmesine bağlıdır. Cem Karaca’nın en büyük özelliği şarkılarının genel dokusunda (Batılı bir form-teknik kullanılsın ya da kullanılmasın) “tanıdık” duyguları dramatik bir vokal yorumuyla, doğrudan doğruya hissettirebilmesidir. Cem Karaca’nın halkçı duruşu, 70’li yıllarda şekillenen politik kimliğini de belirlemiştir. Toplumsal politik hareketliliğin üst seviyede olduğu, geniş halk kesimlerinin mevcut düzeni sorgulayıp daha iyi yaşam koşullarının peşine düştüğü, hızla politize olunan alanlarda yoğun bir mücadelenin başlatıldığı bu dönemde, Cem Karaca da duyarsız kalmamış ve ‘sol’ hareket içerisinde yer alarak sürece aktif bir şekilde katkıda bulunmuştur. Tamirci Çırağı, Mutlaka Yavrum, Kavga, Parka, Yoksulluk Kader Olamaz, Adiloş Bebe, Maden Ocağının Dibinde, İşçi Marşı, İhtarname gibi politik içerikli çalışmalar bu döneme ait, geniş kesimlere seslenmiş, popüler çalışmalardır. Bu yıllarda, Cem Karaca’nın politik kimliği örgütlü bir yapı içerisinde, örneğin bir parti bünyesinde belirlenmemiştir. Zaten, dönemin örgütlü yapılarında kültürel çalışmalar ertelenmiş ya da geri plana itilmiş bir durumda olduğundan, bu yapıların sanatsal çalışmalara yönelik kapsayıcı kültürel politikalar oluşturmaları beklenemezdi. Fraksiyonculuğun ve bürokratik-hiyerarşik yapılanmaların gittikçe daha baskın bir hale geldiği bu hareketlilik içerisinde, anti-emperyalizm eksenindeki ulusalcı görüşler ve bu doğrultuda devlete karşı verilen “politik” mücadele çok daha belirleyici bir yerde durmaktaydı. Bu anlamda, dönemin muhalif sol hareketi için genel olarak “kültürel alanda bir atılım göstermiştir” diyemeyiz. Bu hareketten, Latin Amerika örneğinde olduğu gibi “devrimci” bir müzik de gelişmemiştir. Ancak, Cem Karaca gibi halkçı sanatçılar, halkın taleplerinden hareketle şarkılarında politik bir dil oluşturabilmişler, halk da bu şarkıları sahiplenmiş ve örgütlü yapılarla bu “sahiplenme” üzerinden bir ilişki kurulabilmiştir.
TAMİRCİ CIRAĞI ve İNGİLİZ ANAHTARI HEDİYE
Cem Karaca’nın politik şarkıları, kaba bir propaganda amacı gütmeyen, sanatsal anlamda müzik dünyasına önemli katkıları olan şarkılardır. Annesinden aldığı sahne adabı ile beslediği bu şarkılarda Karaca, özellikle teatral yönünü önemli ölçüde geliştirir. Şarkıları öyküsel, öyküleri ise politik bir içeriğe sahiptir. Örneğin, “Tamirci Çırağı” Karaca’nın dramatik vokal yorumu ve grubu Dervişan’ın sıkı performansı ile, öykü-müzik ilişkisi açısından, adeta bir film müziğini andırır. “Tamirci çırağı fakir bir gencin, okuduğu romandan güç alarak zengin kıza aşk beslemesi ve bu aşkın hüzünlü bir finalle sona ermesi” gibi bir temayı işleyen şarkı, 1975 yılında pop-rock tarihimizin klasikleri arasına girer. Cem Karaca bu şarkıda işçilerle ortak bir duygu yakalamıştır ve bu dönem her çıktığı konserde kendisine “İngiliz anahtarları” hediye edilmesi boşuna değildir.
SÜRGÜN DÖNEMİ
70’lerin sonlarında öykülü şarkı formunun sınırlarını zorladığı 18 dakikalık “Safinaz” çalışması sonrası, Cem Karaca için, 80’li ve 90’lı yılları kapsayan üçüncü dönem başlar. Özellikle K.Maraş olayları sonrası işlerin iyice çığırından çıkması; ülkücü-faşist komandoların şiddeti artırması ve adeta bir iç savaşın başlaması; sol hareketin silahlı mücadeleye yönelmesi; bu arada sokaklarda işlenen sansasyonel cinayetlerin artması Karaca’yı da korkutmuştur. Bir
süreliğine yurt dışına çıkar. Bu tercih, aslında dönemin Türkiye’deki muhalif sanatçılarının “doğal” akıbeti sürgünün Karaca’yı da arkasına katması anlamına gelmektedir. ’80 sonrası 12 Eylül rejimi tarafından, uygun bir yol bulunarak (!) sanatçının vatandaşlıktan çıkarılması, sürgüne “resmi” bir nitelik kazandırır. Artık, tüm eserleri yasaklanmıştır. Her sürgünlü hayatta olduğu gibi, Cem Karaca’nın da sürekli sürgünün bitiş düşlerini kurduğu bu yıllar, sanatçı için belli bir yalnızlaşmayı da beraberinde getirir. Vatan hasreti bütün yakıcılığıyla kendini hissettirmektedir.
Sürgündeyken babası vefat etmiş ama Karaca cenazeye katılamamıştır. Türkiye’de bıraktığı küçük oğlunu görememektedir. Koşullar onu derinden yaralamakta, sürgünde yaşadığı her gelişme onu yalnızlığa itmektedir. Bu “yalnızlaşma” yoğun bir duygusallık ve kendi politik duruşuna yönelik kafa karışıklıkları yaratır; yani sanatçıları pek çok açıdan yaralayarak pasifize eden “sürgün politikası”, Karaca’nın muhalif/radikal kimliğinin zayışamasında da yavaş yavaş başarılı olmaktadır.
TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
’87 yılında dayanamaz ve hapse girmeyi de göze alarak Türkiye’ye geri döner. Turgut Özal’ın manevi desteği ve estirdiği “liberalizm” rüzgarlarının da etkisiyle herhangi bir ceza almadan aklanır ve vatandaşlık hakkını geri alır. Bu süreçte Özal’la yaptığı görüşmeler, belli bir kafa karışıklığına yol açmıştır ve bazı kesimler tarafından döneklikle suçlanır. Bu kesimlerle girdiği polemiklerin gereksiz yere uzaması, Karaca’nın yalnızlaşma sürecini hızlandırmakta ve politik duruş anlamında tabanının ciddi kafa karışıklıkları yaşamasına sebep olmaktadır. Sol tarafından yöneltilen “döneklik” eleştirilerinin sekter bir yanı vardır; ama kendisi de eski politik duruşundan uzaklaştığını her fırsatta hissettirmektedir. Konserlerinde ısrarla “Parka”yı isteyen seyircilerin isteklerini “Parka vestiyerde asılı!”; “Tamirci Çırağı”nı isteyenlerin isteklerini ise “Tamirci Çırağı büyüdü, Kahya Yahya oldu!” diyerek geri çevirebilmektedir. 90’lı yıllar boyunca, artık siyah ya da beyaz olmayacağını, gri olacağını ve iki ucu birleştireceğini açıklar. Bazen “eski solcu”luğunu hatırlayarak sivri çıkışlar yapar, bazen fazlasıyla din vurgulu mesajlar verir. Bir dönem milliyetçi görüşlerle yakınlaşması, sağ- muhafazakar Flaş TV’de düzenli olarak yayınlanan programlar hazırlaması, “Star Gazetesi” reklamlarında seslendirme yapması gibi spesifik birkaç olay da birçok kesim tarafından sert şekilde eleştirilir. Cem Karaca’nın bu tavırları 70’lerde oluşturduğu muhalif çizgiyi önemli ölçüde sarsmış ve dinleyici tabanının kendisinden uzaklaşmasına sebep olmuştur.
POLİTİK DURUŞTAN UZAKLAŞMA
80’li ve 90’lı yıllarda yaptığı çalışmaları “Bekle Beni, Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar, Töre, Yiyin Efendiler, Nerde Kalmıştık” gibi albümlerde bir araya getirir. Konserlerini 1960’lardan bu yana “Merhaba Gençler ve Her Zaman Genç Kalanlar” diyerek açan Cem Karaca, Türkiye’ye dönüşünün coşkusunu yansıttığı bu albüm için de aynı ismi kullanır. Özellikle “Töre” ve “Yiyin Efendiler” gibi altında sadece kendi imzasının olduğu albümleri, içe dönük atmosferleriyle Karaca’nın o dönemki ruh halini yansıtmaktadır. ’80 sonrasındaki “Nerde Kalmıştık” albümü ise, belli bir grup müziği konseptiyle hazırlanmıştır. Kapak tasarımından içeriğine kadar Uğur Dikmen-Cahit Berkay-Cem Karaca triosunun albümü olduğunu izlenimini veren bu albüm, sağlam altyapılarıyla dikkati çeker. 70’lerin grup müziği anlayışı bu albümle yeniden diriltilmeye çalışılmıştır. Ancak, grup müziği anlamında üretken bir çalışma ortamının
oluşturulabilmesi için grup içi eleştirel bilincin sağlanması, grup üyeleri arasında asgari bir yaşam birlikteliği ve güçlü ideolojik bağların kurulması gerekir. Bu anlamda, zaten 70’lerden itibaren kalıcı bir gelenek oluşturamamış olan bu kuşak, çalışmalarını bu albümün ötesine taşıyamaz.
Cem Karaca gibi büyük bir sanatçının 70’lerdeki net politik duruşundan uzaklaşıp hitap ettiği kesimin kafasını karıştıran, yer yer bu kesimi kendisinden uzaklaştıran tavır ve davranışlar sergilemesinin; tutarlı müzik politikaları çerçevesinde uzun vadeli düşünen bir ekiple çalışamamasının ‘80 sonrasındaki sanat yaşamında etkisi büyüktür. Türkiye’de, 60’lı ve 70’li yıllarda popüler müzik alanında çok önemli adımlar atmış bir kuşağın başta gelen temsilcilerinden biri olarak Karaca’nın, bugünün özellikle tam bir tür karmaşası ve “sound” kıtlığı yaşayan pop müzik piyasasına yönelik daha müdahaleci tavırlar geliştirebilmesi, daha eğitici bir rol üstlenmesi ve alternatif bir müzik ortamının oluşumuna katkıda bulunması beklenebilecekken, ’80 sonrası yaşanan gelişmeler, onu bu tür noktalardan uzaklaştırmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, Cem Karaca’nın müzikal hafızamızda daha çok 70’li yıllardaki sesi ve görüntüsü ile yer edinmiş olması çok da anlaşılmaz olmamalıdır. O, bu Bizans eskisi şehirde bizim için hâlâ bir tamirci çırağıdır ve parkası baş köşemizde asılı kalacaktır…



O, bu Bizans eskisi şehirde bizim için hâlâ bir tamirci çırağıdır ve parkası baş köşemizde asılı kalacaktır…


18 Mart 2012 Pazar

Dergi İnceleme: "Cahit Berkay: Anadolu popla sallan yuvarlan…" (Mesam Vizyon Dergisi Sayı:5 Temmuz Ağustos 2007)



 Cahit Berkay: Anadolu popla sallan yuvarlan…

Efsanevi Moğollar grubunun üyelerinden Cahit Berkay’ın ZAN grubuyla gerçekleştirdiği enstrümantal albüm ‘Toprak’ geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı. Albüm 60’ların rock soundunu Anadolu ritm ve armonileriyle birleştiriyor. Bağlama, yaylı tambur, askı davul, bas gitar, hammond org, perküsyon ve distortion gitarla buluşuyor. Çekirdek rock dinleyicilerine hitap eden albümde ‘Azeri rock’, ‘Laz rock’ gibi etnik parçaların yanı sıra albümün Amerikalı prodüktörleri, Ben Mandelson ve Rob Keyloch’a ithaf edilen ‘Kasımpaşalı Amerikalı’ gibi parçalar bulunuyor.

Moğollar’ın kuruluşunu ve Anadolu popun erken dönemlerini anlatır mısınız?
Biz Anadolu Pop’un öncüsü sayılırız. Hatta Moğollar olarak Anadolu Pop ismini biz koyduk. Moğollar’ın kuruluşundaki en büyük neden yurt dışına çıkıp ünlü olma hayalleri kuran beş gencin bir araya gelip bir grup kurmasıydı. Ancak zamanla yurt içinde insanlara hitap edebilmek için yabancı bir gitarist gibi çalıp söylemenin yeterli olmayacağını düşündük. Bizim anladığımız, hissettiğimiz, duyduğumuz bir müzik olmalıydı. Yapacağımız müziğin dünyanın en büyük müzikal zenginliğini barındıran Anadolu’dan beslenmesi gerektiğini düşündük. Ve başarılı olduk. Gitar, org, bateri gibi Batı müziği enstrümanlarının yanı sıra yaylı tambur, bağlama kullandık. Bunlar bütün kapıların açılmasını sağladı. Hemen bir albüm teklifi aldık. Ve o albüm1971’de ‘‘Grand Prix du Disque Academie Charles Crosse Ödülü”nü kazandı. Bu ödül Jimi Hendrix, Pink Floyd gibi isimlerin aldığı bir ödüldü. Bu müzikal kimlik oturdu. Moğollar hala dinleniyor. Müziğimizi üç kuşaktır paylaşıyoruz.
Anadolu popun hemen benimsenmesini neye bağlıyorsunuz?
O dönemde ilk arayışlar başlamıştı. Balkan ülkeleri yarışmasında milli orkestra kurulmuştu. Tülay German’ın ‘Burçak Tarlası’, Erol Büyükburç’un türküleri repertuvarına alması, Hürriyet Gazetesi’nin ‘Altın Mikrofon Yarışması’, bu yarışmaya katılacak grupların çalacakları müziğin Türkçe olması şartı aranması gibi göstergeler vardı. Bu kıpırtının içinden Moğollar kanımca o günün şartlarını iyi değerlendirdi. Yaptığımız müziğe aslında pop lafı yakışmıyordu ama o dönemde ‘rock’ tanımı yoktu. O müzikal duyguların aralarındaki farkları belirlemek için ‘beat’ müziği, ‘pyschedelic’ müzik dendi. Taner Öngür ‘Anadolu pop’ kavramını buldu. Bir röportajda telaffuz etti. Mesela müziğimizde kabak kemani kullandık. Kabak kemani TRT tarafından yasaklanmıştı. Rezonans telleri diğer sazların oluşturduğu tınıya tecavüz ediyor diye yaylı tanbur kullanılmıyordu. Darbuka da kullanılmıyordu. Biz de muzur çocuklarız ya, araya böyle çomaklar sokuyorduk.
Siz başlangıçtan beri politik duyarlılıkları olan bir grup da oldunuz…
68 kuşağının kendi içerisindeki kıpırdanışını, hislerini duygularını, karşı gelişlerini birebir yaşadık. 68 talebe olayları Vietnam Savaşı’nın sona ermesine vesile oldu. O kuşak Türkiye’de de hissedildi. Hisseden kuşak biziz. Ayrıca biz Anadolu’yu sadece haritadan gören bir kuşak değiliz Anadolu’yu keşfeden kuşağız. Kendi kültürünü tanıyıp yabancı kültürlere de açık olmaktan yanaydık. Yerelden evrensele gitmekti amacımız. Bunları yaşayan ve bunların kavgasını veren kuşağın bir parçasıyız. Bizim bu mücadelemiz müzikte de kendini çok göstermiştir. Moğollar 1976’da müziğini yapamaz hale geldi, dağıldı. 1993’te tekrar bir araya geldi. Bu dönemde de yaptığımız bütün parçalar eleştirel ve protest oldu. Moğollar’ı tekrar kurduğumuzda Sivas olayları olmuştu. Hayatımda ilk defa şarkı sözü yazdım. Unutulmasın diye. Unutulmasın ve bir daha tekrarlanmasın diye. Geçenlerde Moğollar’ın repertuvarını gözden geçirdik. Bütün şarkılar bir soruna atfen yazılmış. Bıktım ya…Sorunsuz bir ülke olsa da ben de içimden geldiği gibi, yaşamın gerektirdiği gibi günümün keyŞni ifade edecek şarkılar yapsam (gülüyor). Herkes bizi çatık kaşlı insanlar sanıyor. Bizim çok ciddi adamlar olduğumuz sanıyorlar.
Doğal olarak 70’li yıllarda ortam siyasallaşınca müzik de siyasallaştı.
Müzikte yoğun bir şekilde siyasi, politik duruşu Cem Karaca ile öğrendim. Onunla yaptığımız ilk şarkılar ‘Dağ ve Çocuk’, daha naif şarkılardı. Ama 70’lerle beraber siyasal duyarlılığımız arttı. Ve ister istemez müziğimizde bu politik kimlik oluştu. Mesela Ruhi Su’yu Nazım Hikmet’i özümseyen bir kuşağız. 1972 – 1973 yıllarında baktık ki slogan müzik yapmazsan müzik yapma şansın yok. Rahmetli Cem bir gün ‘Ya Müdür’ dedi, ‘bir şeyin farkında mısın?’ ‘Nedir?’ dedim. Biz şimdiki Lütfi Kırdar eski spor salonunda konsere çıkmışız. Sendikalar, üniversite gençlik teşkilatları dolu. Çıkıp çalıyoruz. Alkış alıyoruz ama ancak bizim çıkardığımız kadar ses geri geliyor. Biz iniyoruz, arkamızdan Aşık X çıkıyor. ‘Dım dım’ çalıp ‘kahrolsun faşizm’ diyor kıyamet kopuyor.
Türkiye’de yapılan rock müzik yabancı rock’a öykünme mi yoksa Anadolu pop’un bir damarı devam ediyor mu?
Şimdiki gençler yabancı kültürden çok etkileniyorlar. Bu hem avantaj hem dezavantaj. Bu ülkedeki genç müzisyenler bu ülkedeki müziği sevmiyor. Türkü seveni, sanat müziğini severek dinleyeni çok az. Bu onların eksisi. Ama sen profesyonelce müzik yapıyorsan bu topraklarda yapılan müzik konusunda fikrin olması lazım. Sonuçta Jimi Hendrix’den daha iyi gitar çalsalar da ben yine de Jimi Hendrix dinlerim. Müzikal bir kimliğin bir tarzın olacaksa, dinleyeceksin yavaş yavaş yavaş dinlediğin müziğe bir küçük tuğla koyarak kendi müzikal dünyanı inşa edeceksin. Benim büyük emekle inşa ettiğim böyle bir sarayım var. Ben gençlerden kaç tanesine Erdal Erzincan’ı n CD’lerini hediye ettim. Koskoca Arif Sağ askı davul çalıyor bir albümünde. Burada Erdal Erzincan’ın çaldığı bağlamayı gitara adapte eden dünya çapında gitarcı olur. Ama ilgilenmiyorlar. Buradan bir şey öğrenip yansıtanlar var ama çok az. Böyle bir özümsemeyle yola çıkarlarsa şansları çok daha fazla olur. Çok daha uzun soluklu yaşarlar. Yaşanmışlığı müziğinde aksettireceksin. Göz önünde olmayan gruplar var. Duruşları çok sağlam. Radikaller. Daha göz önünde olanlardan Mor ve Ötesi var. Oturmuş bir grup artık, taş gibi çalıyorlar. Kendi kendilerini motive edecek hale geldiler. Başta sağlam bir adım attılar. Ve yanlış adım atmadan devam ediyorlar. Otokontrollerini iyi kurdular. Eğer müzik dışında başka sebepten aralarında sorun çıkmazsa yıllar boyu çalarlar. Bence müzik Türkiye’de çok iyi yolda. Fakat rock müzik bizim medyada sundukları kadar değil. Arkası var ve çok sağlam geliyorlar.
Grup Zan ile yaptığınız ‘Toprak’ albümü nasıl ortaya çıktı?
Geçen sene haziran temmuz ayları falandı. Bir şeyler birikmeye başladı. Bunları bir albüm haline getirmeye karar verdim. Grup ZAN, rahmetli Cem Karaca’nın ölümünden önce çalıştığı grup. O zamanki adları ‘Yol Arkadaşları’. Bu albümü rock dinleyicileri için yaptık. Tabii Moğollar devam edecek. Moğollar bitmiş değil. Bu enstrümantal bir albüm oldu. Çıkışımız: ‘İşte Anadolu rock böyle yapılır’ demek. Ayakları buraya basıyor. Doğudan, Karadeniz’den Orta Anadolu’dan parçalar var. O yörelerin ritm kurguları var. Beste yapmak yetmiyor, bir de yorumlamak lazım. Mesela bir zeybek var: ‘Kardak Zeybeği’. Türk ve Yunan hücumbotlarının dansı. Albümde bir Hammer org kullandık. Antika resmen. Soundu en fazla değiştiren o oldu.
Grup ZAN ile daha önce birlikte çalmış mıydınız?
Cem Karaca rahmetli olmadan 15 gün önce Ankara Saklıkent’te, ‘Moğollar’ ile ‘Cem Karaca ve Yol Arkadaşları’ olarak çaldık. Bu ekip Batı müziğini de iyi çalan bir grup. Harman güzel. Tabii asıl dinleyenler karar verecek. Albümün biraz deneysel tarafı da var. Haluk Levent’in, Kıraç’ın yaptıkları Anadolu rock’tan çok farklı..
MESAM’ın çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
MESAM Yönetim Kurulu üyesiyim ve bundan gurur duyuyorum. MESAM geçmiş senelerdeki kendi içindeki sorunları çözdü, çarkların işlemesindeki sorunları kaldırdı. MESAM doğru yolda. Fakat bu çok başlılık en büyük sorun. MESAM, MÜYORBİR MÜYAP ve MSG ‘nin tek bir çatı altına toplanması gerekir.

14 Mart 2012 Çarşamba

Sevcan Çarkcı'nın Kaleminden Fikret Kızılok (Akort Dergisi Eylül-Ekim 2009)


FİKRET KIZILOK


Akort Dergisi Eylül-Ekim/ 2009

ÖLÜMÜNÜN 8.YILINDA;
ANADOLU’NUN KENT SOYLU OZANINI SAYGIYLA ANIYORUZ…

Gizem yüklü kişiliğinde Kızılok’u ancak ürettiği bestelerinden tanıyabilmek mümkündü. Bir gün geldi gerek duydu kişiliğini açıklamaya... Ve bakın neler demişti o gün… 
“Şarkılarımı kendim yazdım; düşündüm, besteledim, çaldım ve söyledim. Bu bütünlüğe inandım. 13 altın plağım oldu. ‘Meşhur’luğun bir hastalık olduğunu bilerek ortalıkta fazla görünmedim. Aşk mektuplarımı başkasına yazdırmadım. Soldan doğdum, soldan uyandım, solda oturdum, insan olmanın haysiyetini solda buldum. ‘Sonsuza doğru’ buluşmak üzere diyalektiğe ve ölüme inanmışım…”

Şüphesiz Kızılok, günümüz müzik coğrafyasında yokluğu fazlasıyla hissedilen sanatçıların başında geliyor. 60 kuşağının ülkemize kazandırdığı usta sanatçı; Barış Manço, Cem Karaca ve Erkin Koray ile birlikte müzik tarihimizin dört kare asından biri ve yaptığı deneysel çalışmalarla, bıraktığı izler hiçbir zaman silinmeyecek.
İçinde bulunduğu sistemi sorgulayan bir yaradılışa sahip olan Kızılok, kısacık hayatı boyunca hala aynı tatla dinlenen birçok şarkıya imza attı. “Söyle Sazım”, “Vurulmuşum”, “Haberin Var mı?”, “Demirbaş”, “Bu Kalp Seni Unutur mu?”, “Zaman Zaman” ve daha niceleri...
Galatasaray Lisesinde başladığı müzik yaşamı Cahit Oben orkestrasıyla şekillenmeye başlayan sanatçı, Batılıydı ama yüzü hep Anadolu’ya dönüktü. Bu sevgisi öyle büyüktü ki, yaşadığı dönemin koşullarına rağmen; Anadolu’nun yolunu tutmuş, Türk Halk Müziğinin gelmiş geçmiş en büyük ozanlarından Aşık Veysel’i ziyaret etmiş ve sonrasında türküleri Batı müziğiyle sentezlemişti.”Yumma Gözün Kör Gibi” ve “Söyle Sazım” adlı plakları bu dönemin ürünüydü ve Kızılok ilk çıkışını yapmıştı böylece…70’li yıllarda hem batı, hem doğu tınılarıyla bütünleştirdiği müziği; şimdilerde yeni yeni anlaşılmaya başlanan world müziğin bir temelini oluşturuyordu belki de.
Sanatçının bu dönemde bestelediği bir Ahmed Arif şiiri “Vurulmuşum” da müzikal kariyerinde önemli bir dönüm noktası olarak yerini almıştı. Aynı zamanda Karacaoğlan, Mahsuni Şerif ve Nazım Hikmet’in şiirlerini besteleyen sanatçının, 13’ü altın birçok plağı yayınlamıştı bu dönemde. Ardından müziğe bir süre ara verse de, popüler müzik tarihinin önemli albümleri arasına giren “Zaman Zaman” ile tekrar yola devam etmişti. 80’li yıllarda kurduğu “Çekirdek Sanat Evi” nde özgün çalışan müzikçi arkadaşlarıyla çeşitli denemeler gerçekleştirmişti. Bu canlı kayıt (unplugged) stüdyosunda bir araya geldiği isimlerden ilk akla geleni de beraber birçok şarkıya imza attığı Bülent Ortaçgildi.
Asıl mesleği diş hekimliği olan Kızılok, ülke müziğine yön vermiş müzisyenlerdendi. İlklerinden taviz vermeyen, cesur bir yanı vardı. Medyadan uzaktı. İçinde olduğu düzene ve sisteme karşı söyleyeceklerini hep şarkılarıyla ifade etmişti. Tıpkı “Demirbaş”ta olduğu gibi. 90’lı yılların ortasında yazar Deniz Som ile birlikte hazırladığı “Demirbaş” adlı bir kitap-kaset çalışması; 80’li yıllardan sonra ülkenin sosyal, siyasal, ekonomik ve politik değişiminin bir yansıması olmuştu aslında. Kızılok, çalışmasının önsözünde işin özünü şöyle anlatıyordu:

 “Ortaokuldaydım. Anacığım yaş günümde bir kitap hediye etmişti Thomas Pain’ nin “İnsan Hakları”...
       Tam hakkımı hukukumu düşünürken, lisedeki felsefe hocam kaygılarımı yerinde bulacak ki bana ikinci bir kitap hediye etti; “Devlet”...
       Eflatun’u bu kitabını yazdığından 2400 kisur yıl sonra okumuş oldum.
       Benden 35 sene sonra da Evren...
       Okumuştu da ne olmuştu?
       Zaten olanlar daha önce başlamamışmıydı?İslamköyde doğan “Çoban Sülü” adıyla maruf zeki bir köylü çocuğu okumayı öğrenmiş, kahvedeki gazeteleri istediği gibi mealen anlatıp köylüleri şaşırtmıyor muydu?
       Seneler geçmiş Sülü büyümüştü.Ama zaman durmuş izafi bir koordinat hayatımıa tanjant girmişti.Toplum yapımız derinden etkilenmiş;kadın erkek,çoluk çocuk, zenfin fukara, asker sivil, şoför, esnaf, işçi, köylü, memur, emekli, kuzeyden güneye, doğudan batıya dünya bir yanda, biz bir yanda kalakalmıştık.
       Kalmıştık da neden kalmıştık yani?
       Zaten tıp bilimi genetik olarak insanların yüzde ellisi normalin altında bir zekada kabul etmiyor muydu? Diğer yüzde otuzu da radyo tv dalgalarının gaipten geldiğini varsayarak yaşamıyor muydu? Geri kalanı da demokratik bir şekilde yamyamlara yem olmayacak mıydı?
       Peki zaman taş gibi durdukça benim bu şarkılarımı yapmamın anlamı ne olabilirdi ki?
       Dün dündü bugün yarın mı olacaktı?
       Baki kalan bu kubbede sadece “DEMİRBAŞ” lar kalmayacak mıydı?”
Son yıllarını Bodrumdaki teknesinde geçirmişti Kızılok. Çoğu insanın yakından bildiği bir deniz tutkusu vardı. Birçok şarkı ve yapıtı da burada çıkmıştı. Şimdilerde büyük bir özlemle dinlenen şarkılar… 22 Eylül 2001 yılında uzun süredir rahatsızlığını çektiği kalp yetmezliği nedeniyle aramızdan ayrılan Kızılok, yaşamı boyunca muhalif tavrını korumayı başaran ender sanatçılardan biriydi. Fikret Kızılok, şarkılarıyla bizlerle olmaya devam edecek…

FİKRET KIZILOK DİSKOGRAFİSİ
PLAKLARI
Cahit Oben 4
  • 1965: I Wanna Be Your Man / 36 24 36
  • 1965: Silifke'nin Yoğurdu / Hereke
  • 1965: Makaram Sarı Bağlar / Halime
Fikret Kızılok ve Üç Veliaht
  • 1965: Belle Marie / Kız Ayşe
Fikret Kızılok
  • 1966: Ay Osman - Sevgilim / Colours - Baby
  • 1969: Uzun İnce Bir Yoldayım / Benim Aşkım Beni Geçti
  • 1970: Yağmur Olsam / Yumma Gözün Kör Gibi
  • 1970: Söyle Sazım / Güzel Ne Güzel Olmuşsun
  • 1971: Vurulmuşum / Emmo
  • 1971: Gün Ola Devran Döne / Anadolu'yum
  • 1972: Leylim Leylim (Kara Tren) / Gözlerinden Bellidir
  • 1973: Köroğlu Dağları / Tutamadım Ellerini
  • 1973: Bacın Önde Ben Arkada / Koyverdin Gittin Beni
  • 1975: Anadolu'yum '75 / Darağacı
  • 1976: Biz Yanarız / Sen Bir Ceylan Olsan
Fikret Kızılok ve Tehlikeli Madde
  • 1974: Aşkın Olmadığı Yerde / İnsan mıyım Mahluk muyum Ot muyum
  • 1974: Haberin Var mı / Kör Pencere / Ay Battı
ALBÜMLERİ
Solo Albümler:
Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil
  • 1985: Biz Şarkılarımızı...
  • 1986: Pencere Önü Çiçeği
Kitaplı Kasetler:
  • 1995: Demirbaş
  • 1996: Vurulduk Ey Halkım...
  • 1999: Bir Devrimcinin Güncesi


Fikret Kızılok’u Dostları Anlatıyor…


ARDA USKAN: “SİVRİALAN KÖYÜNÜN YOLUNU TUTTUK..”

20’li yaşlarda tanışmıştık. İlk gazeteciliğe başladığım yıllarda, o da ilk plağını yapıyordu. Cahit Oben Orkestrasında gitar çalıyordu, şarkı söylüyordu. Çok beğenmiştim. O dönemlerde arkadaşlığımız ilerledi. İkimizde çok gençtik. O dönemde ben Aşık Veysel ile röportaj yapmak istiyordum. Fikret de türküleri söylemek için izin almak istiyordu.  Beraber Sivas’ın Siviralan köyüne gittik. Saçlarım uzun olduğundan, yolda otobüsten inerken yüzümüze tükürdüler. Sivas’ın sokaklarında tükürük yemişliğimiz vardır beraber.
Aşık Veysel’in yanına gittiğimizde, türküyü okumak için izin istediğini belirtti. 2 şarkısını Aşık Veysel’e çaldı. Çok beğendi. Fikret, Sayan Plaktan telif hakkı almıştı. O yıllara göre telifin konuşuluyor olması çok önemli bir şey. Şirket, Aşık Veysel’in şarkıları için 25 Lira vermişti Fikret’e.  “Aşık Baba, ben bunun için şirketten para aldım. Kusura bakma çok fazla olamadı ama..” dedi. O da “Oğlum sen o parayı al, gazoz parası yaparsın. Kullan şarkılarımı güzel söylüyorsun” dedi. 2 gece kaldık orada... O gitar çalıyordu, ben röportaj yapıyordum. Köy eviydi ve bir gece içeri öküz girmişti.
Aşık Veysel’in sazının telleri arasındaki mesafenin farklı olduğunu söylerlerdi. Aşık Veysel odada yokken, Fikret eline büyük bir dosya kağıdı aldı. Sapın arasına kağıdı koydu. Üzerini de kurşun kalemle çizdi. Tel aralıkları kağıda geçmiş oldu. Döndükten sonrada sazını o aralıklara göre uygulamıştı.
Kalamış’ta Todori adlı meyhanede ünlü şairlerin, alaturka bestecilerin oturduğu masalar vardı. İsimleri yazardı masalarda. Yanılmıyorsam Selahattin Pınar’ın masasında otururdu hep. Gitarını getirirdi. Akşamları hem içerdik, hem de gitar çalar, şarkı söylerdi. Bütün meyhanedekilere bedava konser verirdi.
Son dönemlerde çok fazla birlikte değildik. Çok da iyi bir diş hekimiydi. Kızıltoprak da yeri vardı. Zaman zaman Bodrum’da buluşuyorduk. Batı müziğiyle çok güzel sentez yaptı. Ondan öncekiler türküleri orkestrayla söylerlerdi. Fikret ise; hem Batı müziği, hem de Türk Halk Müziğinin bir sentezini yapmıştı. Müziğinin farkı buydu. “Why High One Why” diye bir şarkısı vardı. Müthiş eleştirel bir şarkıydı. Rock&Roll gibi bir şeydi ama o şarkı da bile akustik enstrümanlarla çalışırdı. Çekirdek Sanat Evinde Bülent Ortaçgille çalışmalar yapmıştı. Bülent Ecevit ziyaretine gelmişti. Fikret, cesurdu. Bir şarkının tutması için hiç şarkı yapmadı. Popüler olma kaygısı yoktu. Gözü karaydı, istediği şeyleri yaptı hep. Kimisi tuttu, kimisini de hiç kimse bilmiyor.  

LEMAN SAM : “YALANLARA VE MASKELERE KARŞI OLAN BİR İNSANDI”
Türkiye’de balat tarzı müziğin öncüsü oldu. Müzik yelpazesi çok genişti. Rock da yapıyordu. Ben onu ilk müziğe başladığı zamanlarda değil, daha sonrasında tanıdım. Siyasi ve sosyal yapısı, duruşu, dünyaya bakışı, dünya görüşü benimle çok paralel olan bir insandı. O nedenle bana her zaman çok saygın gelmiştir. Müzikalitesine de çok güvenirim.  Müzik yapmak için insanın iç dünyasının çok zengin olması gerekiyor. Ben Fikret’in bu konuda iç dünyasının çok sağlam ve derin olduğuna inanıyorum. Yaptığı hiçbir şarkısı boş değildir. Türkçe sözlü müziğin bence duayenlerinden ve yabancı şarkılara söz yazıp söylemenin dışında Türkçe şarkı söylemenin zevkine vardıran bir insandır Fikret. Onu dinlediğiniz zaman Türkçe söylemek istersiniz. Böyle bir etki bırakır. Şarkıları insanın içine işler ve yıllarca onu atamazsanız. Ben “Gönül”ü ilk dinlediğimde “albümüme koyacağım” dedim ve albümün çıkış parçası olarak “Gönül”ü seçtim. Bana “Yanlış yapıyorsun. Bu şarkıyı Fikret Kızılok söyledi, Sibel Sezal söyledi. Parça eskidi” dediler. Bende “Bu şarkı eskimez, bu şarkıyı kitlelere duyurmak istiyorum” dedim. Ve gerçektende “Gönül” çok ses getirdi. Sözleri Fikret’indir, bestesi Özkan Samioğluna aittir. Yanlış biliyorlar aslında ama çok güzel bir kombinasyon. Gerek duygusal, gerekse siyasal açıdan Fikret’in yaptığı şarkıların hiçbiri boş değildir. Kendisiyle uzun süreli bir dostluk yapamadım, Bülent Ortaçgil vasıtasıyla tanıdım. Zaman yetmedi, onu erken kaybettik. Son zamanlarıydı ve kızgınlıklar içersindeydi. Gerek siyasi hayata, gerekse müzik piyasasının gittiği yöne karşı..Bunun acısını içinde çok fazla hissedebilen bir insandı. Yalanlara, maskelere çok karşı bir insandı. Onun için çok öfkeliydi. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Benim ruhum en çok iki besteciyle uyuştu. Biri Fikret Kızılok, diğeri Vedat Sakman’dır. Yeni albümüme de 2 ya da 3 Fikret Kızılok bestesi koyacağım.

FUAT GÜNER:
Sevgili Fikret KIZILOK dostuma;
Çocukluk arkadaşım, Türkiye’nin çok değerli besteci, söz yazarı ve yorumcusu olarak, yaptığın birçok plak ve konserle tüm müzik severlerin kalbinde özel bir yerin oldu her zaman. Bana verdiğin şarkı sözleriyle bir çok beste yapmama sebep olduğun için ne kadar  teşekkür etsem azdır. Feneryolundaki evinde ve stüdyonda gerçekleştirdiğin o güzelim şarkıların ilk halini bana dinlettiğin günleri hatırlıyorum. Birlikte mutfağında gitarlarımızla yaptığımız muhabbet ve müzikleri özlüyorum. Vespa motorsikletinle beni gezdirdiğin günlerden Barış Manço ile yaptığımız konserlerden, kıkırdamalarımızdan geriye hatıralar kaldı. Neredesin dostum? Seni çok özlüyoruz, teknende geçirdiğimiz saatlere; Bodrum da, Ölüdeniz de geçirdiğimiz gecelerin tadına bir daha nasıl varırım bilmiyorum. Etrafta pek gözükmeyi sevmezdin. Yaratıcılık ve söz yazarlığı konusunda yeteneğin ve özelliğin seni sadece halkın değil, müzisyenlerinde taktirini kazanan bir sanatçı yaptı. Bu arada unutmadan geçmeyelim sadece sanatçı değil, aynı zamanda başarılı bir diş hekimiydin. Suadiyedeki küçük evde verdiğin konserler hala hafızamda, ne güzel günlerdi. Beraber müzik yapardık, sohbet ederdik, frankofonluğumuzla dalga geçer çok gülerdik. Dişlerimde sana emanetti. Dişlerim sağlam ama, sen yoksun. Bu yoğun duygu ve çalışma içinde kalbini yordun(gerçi bende by-pass geçirdim ya) ve birçok güzelliğe imza atacakken, kalbim şarkısını da yapmış olmana rağmen. Kendini bizim kalbimizde bırakıp, kalbinin seni yarı yolda terk etmesine izin verdin. Neler yaşadığını, neler hissettiğini çok iyi biliyorum. Şimdi senin başarını ve özelliğini oğlun Yağmur da görüyorum çok iyi bir fotoğraf sanatçısı oldu. Belki anlatacak çok şey var. Ama bir sayfaya ancak bu kadarı sığıyor. Seni unutmayacak olan ve seven dostun...

SAKIN GELME  (Söz: Fikret Kızılok Müzik: Fuat Güner)
Sakin Gelme Sözlerim Kayıp
Ayıp Ediyorum Kendime
Bir Sizi Var İçimde… Ölesim Tuttu
Yaşıyorum Gürül Gürül Kaç Gündür
Uyku Tutmuyor Sakin Gelme

Sakin Gelme Hazır Değilim
Deliyim Kaç Gündür
Lodosum Tuttu
Poyrazım Soğuk

Sakin Gelme Dönesim Yok
Çok Uzaktayım Çok
Bir Şarki Var Aklımda
Söylemesi Ayıp
 Sözleri Kayip

BÜLENT ORTAÇGİL: “HEM İŞ HEM DE ŞARKI ORTAĞIMDI”  
Fikret’le ben 1984 yılında tanıştık. Onun açmış olduğu Çekirdek Sanat Evindeki faaliyetlerine katıldım. Onunla beraber Çekirdek’te 1-2 albüm yaptık. Resitaller verdik, birlikte şarkı yazdık. Hem iş ortaklığı yaptım, hem de şarkı ortaklığı yaptım. Uzunca bir dönem, 1990 yılına kadar birlikte şarkı ürettik. O yıllar içinde eşimden çok Fikret’i gördüm. Çok yakın dostumdu. Sürekli beraberdik, kayıt yapardık. Farklı biriydi. Fikret’in sözel dünyası çok kuvvetliydi. Melodik olarak Batı Anadolu tınılarını severdi. Okumuş, okuduğu şeylerden birtakım şeyler çıkarmış ve ona inanan, onun gibi yaşayan ve şarkılarını söylemeye çalışan biriydi. Çok sivri dilli, keskin sözler yazabilen biriydi. Uzunca süre birçok şey paylaştık onunla, birçok anımız var. Bunlardan ilk aklıma gelen Fikret’in evinin mutfağında iki günde 10’a yakın çocuk şarkısı yazmamızdır. Bu birlikteliğimizin verimi hakkında bir fikir verebilir. Birbirimizi tamamlıyorduk. Benim yapamadıklarımı o yapıyordu, onun yapamadıklarını ben yapıyordum daha çabuk olarak. Mesala, Fikret çabuk söz yazıyordu, ben çabuk müzik düşünebiliyordum ve o nedenle eksiklikler kapanıyordu. Eğer ikimizde ikna olmuşsak, farklı şeyler çıkıyordu ortaya. Sivri dilinin dışında, insanların pek bilmediği bir tarafı da çok iyi bir sofra adamı olmasıydı. Çok iyi bir yemek adamıydı. Ondan bir sürü şey öğrendim.